Butimar’ın Boz Kanatları
I
İran edebiyatının ornitolojik efsanesi Butimar Kuşu, sözüm ona deniz suyu içerek hayatta kalan bir kuştur. Butimar bir gün deniz kıyısına çöker, kocaman boz kanatlarını açar, denizi seyre dalar. Denize öyle bir aşkla tutkundur ki, suyundan bir damla içerse onun kuruyacağını düşünür, namütenahi bir endişeyle su içmeden, denizin başında öylece durur. En sonunda susuzluk Butimar’ı öldürür, deniz ise dingin ve vakar dolu, sonsuza parlamaya devam eder.
Bazen öyle zamanlar olur ki, sevdiğiniz kişi tam karşınızda ve mutlak bir sessizlikle donanmış bir halde gözlerinize bakarken, bir cafenin köşesinde içinize bir kasvet çöker. Bu kasvet sizi hareket edemez kılar, sevginiz de diliniz de o kasvetin sirayet ettiği kanserli dokulara dönüşür. O kadını ya da adamı çok seviyorsunuzdur, sadakatiniz ve ilginizde hiçbir sakatlık yoktur, ilişkiyi tehdit eden bir ayrılık, ayrı kalma, gelmeler, gitmeler söz konusu bile değildir ama (ve işte tam da) bu sebeplerden ötürü kendinize biteviye “Ya bir gün giderse?” diye sorarsınız. Her şey alabildiğine heyecan verici gidiyorken, sanki çok uzak bir yerlerden çağlamış bir ölüm korkusu gibi, ilişkinizin biteceği korkusu sarar benliğinizi ve kendinize, o anın da tüm diğer anlar gibi sevgiliyle geçirilecek keyif dolu anlar olması gerekirken, neden böyle korkunç bir umutsuzluk dehlizine daldığınızı sorarsınız. Eğer içinde bulunduğunuz ilişkiye bir kişilik büründürürseniz, bu soru, bu dipsiz şüphe o kişiliğin “Existenzangst“’ına dönüşür, ilişkiye bireylerden bağımsız bir sıkıntı aşılar. Siz bu sıkıntıyı, aynı kendi var oluş sıkıntınızda olduğu gibi, o ilişkinin hüküm sürdüğü tüm zamanlarda hissetmeye başlarsınız, zihniniz her küçük kavga ya da anlaşmazlıkta o ilişkinin ölümü endişesiyle dolar taşar.
“Sevgi çiftleşmek değil, tekleşmektir.” diyen Cemal Süreya’nın izinden gidersek; iki ruhu tek bir varlıkta birleştirmiş aşık, Butimar gibi denizin kıyısında kalıvermek ve azaptaki ruhu ölüme terk etmemek için, bir aşkın, tertemiz bir sevginin en büyük zehirleyicisi “Ben”i yardıma çağırır. Zihninin ve narin ruhunun bu dayanılmaz endişe* karşısında eriyip yok olmaması için “Ben”in yapması gerekenler vardır. Kavgalar, büyük sözler, suçlamalar, hakaretler, hatta küfürler, en çok da kıskanmalar “Ben” in ekseriyetle başvurduğu yöntemlerdir. Aşk o ilişkinin tasavvufi yönü olurken, kıskançlık materyalist yanı çağrıştırır. Tasavvuf, yani burada aşk mutlak huzuru bulacağımız yer olmaktan çok, mutlak huzuru bozan ilk sebeptir. İlişkinin “Existenzangst”ına karşı var olmakta direnebilmenin yolu haline gelmiş materyalizm, yani burada kıskançlık ise bizi var olmanın o sarsıcı endişesinden kurtarırken, bir yandan ilişkinin tam ortasına saatli bir bomba yerleştirir. Bombadaki saatin kaçı gösterdiği bilinemez, fakat geriye doğru aktığı kesindir.
Tüm bu karmaşık ilişkilerin, sonu gelmez kavgaların ya da o basit “Seven insan kıskanır.”özdeyişinin temelinde, Ingeborg Bachmann’ın estetize ettiği “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” odaklı iktidar sorunsalını aşan bir şekilde, bu naif gerçek yatar.
II
İnsan önce hisseder. Önce aşk var olur, sonra iktidar alanı kurulur. Aşkınızın varlığından şüpheniz yoksa, kıskançlığınız beyninizin art alanı için yaşamsal bir önlemdir. Kıskançlık mekanizması bir uyuşturucu olarak, bir yandan içinizdeki sıkıntıyı, ilişkinin ansızın biteceği kaygısını sizi konunun özünden uzaklaştırmak suretiyle hafifletirken, bir yandan da ilişkinin gövdesine karşı ataklar düzenler. Bu ataklar bünyeyi zayıflatır, kıskanmak da adeta bir uyuşturucu bağımlılığı gibi her raddede dozunu arttıran, fakat verdiği keyif etkisi azalarak daha çok acıya dönüşen ve en nihayetinde ilişkiyi ölüme götüren bir öğe haline gelir.
Kıskançlık hissinin kökü, şüphesiz ki üçüncü kişinin varlığıyla birdir. Yaşam olanca hızıyla akarken, aklımıza hücum eden ölüm korkusu ilk düşünceyse, bu düşüncenin ilk tepkisi “Peki ama nereye?” olacaktır. Sevginin yoğun bir şekilde yöneldiği kadını kaybetmek korkusuyla masanın kenarına sinmiş aşık da, “Benden gidecek ama nereye?” diyecektir. Bu ikinci soru, Butimar’ın saflığını temsil eden ilk sorudan kesinlikle daha çetrefilli ve “haset” kokanıdır. İşin içine ilişkinin boyutlarını aşacak şekilde yeni kimseler girecek, ilişkinin yemyeşil ve şölenlerle dolu bahçesi, karanlık, acı ve şehvet dolu bir yer altı mahzenine dönüşecektir. Erkeğin kalbi, testesteronun egemenliğine boyun eğip, bütün ilişki aşk ve nefretin değişik yoğunluklarla karıştığı bir histeri krizine dönüşene kadar, nefretin, ilişkinin ölümü korkusunun def’i noktasında hayati bir işlev gördüğü anlaşılacaktır.
Doğal bir refleks olarak kıskançlığın ıstıraba dönüşmesinde, erkek açısından bir iktidar problematiği olduğu açıktır. Kadının daha patetik yaklaştığı durumlar, erkek için alabildiğine vandal, algı ve anlayıştan uzak süreçler olarak gelişir. Karakteristik olarak, içsel bir güçsüzlük ve yetersiz kendine güvenin yapısını hazırladığı patern, erkek eliyle kadınların tekmilini birden mevcut ve yeterince işlevsel eril ahlaki sistemin boyunduruğu altına girmeye zorlayan bir dayatmaya dönüşür. Aşağıda, Mehmet Ergüven’in Hürriyet Gazetesi yazarı Ayşe Arman ile 29 Mart 2009’da yaptığı “Ertelenmiş Hazlarla Yaşanmaz” üst başlıklı mülakatından ve Cesare Pavese’nin Opus Magnumu “Yaşama Uğraşı”ndan alıntıladığım iki tespit bu dayatmaların köküne dair oldukça zihin açıcıdır:
“Biz erkekler, hep korkuyla yatağa giriyoruz. Bundan kurtulmanın en kestirme yolu da, karşımızdaki kadının mukayese yapabilme olanağını baştan engellemek. Niçin bakire olsunlar diye tutturuyorlar sanıyorsunuz?”
“Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kıskançlık ise, böyle bir karşılaştırma yapma zorunda kalma korkusudur.”
III
Madem Butimar’la başladık, burada konudan sapalım ve modernizmin bilge ve melankolik neferi Sadık Hidayet’e yürek verelim; onun Butimar’ını anlayalım:
“Ben hep dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. Butimar deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına. Ama ben hiç de öyle yapamam şimdi.”**
Eğer Butimar, altruist bir var oluşla değil de, insanoğlu gibi birçok “Ego” ile donanmış olsaydı, hiç şüphe yok ki ilk yapacağı şey eğilip dalgalı suya bakmak olurdu. Deniz suyunda yansıyacak aksi onun, Narcissus’un durgun suya baktığında gördüğü karşı konulamaz güzelliğine benzer şekilde, kendi benliğinin baş döndüren cazibesine kapılmasına sebep olacaktı. İşte bu “Ben” bilinci insanın ölüme ( burada ilişkinin ölümüne ), o her lahza hissettiği “Existenzangst” a meydan okumasına imkan verir. Yani muhteviyatı gereği bir iktidar alanı olan kıskanma hissi, varlığın devamı için de “Sine qua Non” bir unsur olarak vardır.
Butimar’ı dalgalı sudaki aksine bakmaktan alıkoyan şey, hiç şüphe yok ki ontolojiktir. İnsansa o sudaki kendine baka baka var olur. Sadık Hidayet, Butimar’ın yolundan ayrılırken içindeki devinimin, peşine takılıp gittiği kendini anlatma derdinin yolunda, susmayı kutsamaz ve varlığının bilincine “Ben”iyle karşı koyarak vakıf olur. Sükutu tefekkürle özdeşleştiren serverin yolunda mutluluğu, huzuru bulamaz, hatta aramaz bile, geniş kanatları bin bir dertle açılır, bin bir dertle yakınır.
Butimar’ın ölümü, sevginin pasif azmettiriciliğinde gerçekleşir. Sadık Hidayet’se içindeki sevgi denilen ateşi söndürmeden, bile isteye yürür girdabın dibine. Ne olursa olsun ölümden daha ciddi hiçbir şeyin olmadığı kesinse ve sanık da “aşk”sa, ölüme yürüyen aşık, yürüten maşuksa, sevgi denilen şeyin ellerinde kan var demektir.
O yüzdendir işte; mutlaka, “faşizm” kan kokar, kan döker.
* Ne kadar dayanılmaz bir endişe olduğunu anlatabilmesi için Bilge Karasu’nun sözleriyle; “Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.”
Bilge Karasu, Kılavuz, Metis Yayınları, 2010, 6. Baskı, s. 88.
** Sadık Hidayet, Kör Baykuş, Farsça’dan çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, 2009, 5. baskı, s. 39.
İran edebiyatının ornitolojik efsanesi Butimar Kuşu, sözüm ona deniz suyu içerek hayatta kalan bir kuştur. Butimar bir gün deniz kıyısına çöker, kocaman boz kanatlarını açar, denizi seyre dalar. Denize öyle bir aşkla tutkundur ki, suyundan bir damla içerse onun kuruyacağını düşünür, namütenahi bir endişeyle su içmeden, denizin başında öylece durur. En sonunda susuzluk Butimar’ı öldürür, deniz ise dingin ve vakar dolu, sonsuza parlamaya devam eder.
Bazen öyle zamanlar olur ki, sevdiğiniz kişi tam karşınızda ve mutlak bir sessizlikle donanmış bir halde gözlerinize bakarken, bir cafenin köşesinde içinize bir kasvet çöker. Bu kasvet sizi hareket edemez kılar, sevginiz de diliniz de o kasvetin sirayet ettiği kanserli dokulara dönüşür. O kadını ya da adamı çok seviyorsunuzdur, sadakatiniz ve ilginizde hiçbir sakatlık yoktur, ilişkiyi tehdit eden bir ayrılık, ayrı kalma, gelmeler, gitmeler söz konusu bile değildir ama (ve işte tam da) bu sebeplerden ötürü kendinize biteviye “Ya bir gün giderse?” diye sorarsınız. Her şey alabildiğine heyecan verici gidiyorken, sanki çok uzak bir yerlerden çağlamış bir ölüm korkusu gibi, ilişkinizin biteceği korkusu sarar benliğinizi ve kendinize, o anın da tüm diğer anlar gibi sevgiliyle geçirilecek keyif dolu anlar olması gerekirken, neden böyle korkunç bir umutsuzluk dehlizine daldığınızı sorarsınız. Eğer içinde bulunduğunuz ilişkiye bir kişilik büründürürseniz, bu soru, bu dipsiz şüphe o kişiliğin “Existenzangst“’ına dönüşür, ilişkiye bireylerden bağımsız bir sıkıntı aşılar. Siz bu sıkıntıyı, aynı kendi var oluş sıkıntınızda olduğu gibi, o ilişkinin hüküm sürdüğü tüm zamanlarda hissetmeye başlarsınız, zihniniz her küçük kavga ya da anlaşmazlıkta o ilişkinin ölümü endişesiyle dolar taşar.
“Sevgi çiftleşmek değil, tekleşmektir.” diyen Cemal Süreya’nın izinden gidersek; iki ruhu tek bir varlıkta birleştirmiş aşık, Butimar gibi denizin kıyısında kalıvermek ve azaptaki ruhu ölüme terk etmemek için, bir aşkın, tertemiz bir sevginin en büyük zehirleyicisi “Ben”i yardıma çağırır. Zihninin ve narin ruhunun bu dayanılmaz endişe* karşısında eriyip yok olmaması için “Ben”in yapması gerekenler vardır. Kavgalar, büyük sözler, suçlamalar, hakaretler, hatta küfürler, en çok da kıskanmalar “Ben” in ekseriyetle başvurduğu yöntemlerdir. Aşk o ilişkinin tasavvufi yönü olurken, kıskançlık materyalist yanı çağrıştırır. Tasavvuf, yani burada aşk mutlak huzuru bulacağımız yer olmaktan çok, mutlak huzuru bozan ilk sebeptir. İlişkinin “Existenzangst”ına karşı var olmakta direnebilmenin yolu haline gelmiş materyalizm, yani burada kıskançlık ise bizi var olmanın o sarsıcı endişesinden kurtarırken, bir yandan ilişkinin tam ortasına saatli bir bomba yerleştirir. Bombadaki saatin kaçı gösterdiği bilinemez, fakat geriye doğru aktığı kesindir.
Tüm bu karmaşık ilişkilerin, sonu gelmez kavgaların ya da o basit “Seven insan kıskanır.”özdeyişinin temelinde, Ingeborg Bachmann’ın estetize ettiği “Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.” odaklı iktidar sorunsalını aşan bir şekilde, bu naif gerçek yatar.
II
İnsan önce hisseder. Önce aşk var olur, sonra iktidar alanı kurulur. Aşkınızın varlığından şüpheniz yoksa, kıskançlığınız beyninizin art alanı için yaşamsal bir önlemdir. Kıskançlık mekanizması bir uyuşturucu olarak, bir yandan içinizdeki sıkıntıyı, ilişkinin ansızın biteceği kaygısını sizi konunun özünden uzaklaştırmak suretiyle hafifletirken, bir yandan da ilişkinin gövdesine karşı ataklar düzenler. Bu ataklar bünyeyi zayıflatır, kıskanmak da adeta bir uyuşturucu bağımlılığı gibi her raddede dozunu arttıran, fakat verdiği keyif etkisi azalarak daha çok acıya dönüşen ve en nihayetinde ilişkiyi ölüme götüren bir öğe haline gelir.
Kıskançlık hissinin kökü, şüphesiz ki üçüncü kişinin varlığıyla birdir. Yaşam olanca hızıyla akarken, aklımıza hücum eden ölüm korkusu ilk düşünceyse, bu düşüncenin ilk tepkisi “Peki ama nereye?” olacaktır. Sevginin yoğun bir şekilde yöneldiği kadını kaybetmek korkusuyla masanın kenarına sinmiş aşık da, “Benden gidecek ama nereye?” diyecektir. Bu ikinci soru, Butimar’ın saflığını temsil eden ilk sorudan kesinlikle daha çetrefilli ve “haset” kokanıdır. İşin içine ilişkinin boyutlarını aşacak şekilde yeni kimseler girecek, ilişkinin yemyeşil ve şölenlerle dolu bahçesi, karanlık, acı ve şehvet dolu bir yer altı mahzenine dönüşecektir. Erkeğin kalbi, testesteronun egemenliğine boyun eğip, bütün ilişki aşk ve nefretin değişik yoğunluklarla karıştığı bir histeri krizine dönüşene kadar, nefretin, ilişkinin ölümü korkusunun def’i noktasında hayati bir işlev gördüğü anlaşılacaktır.
Doğal bir refleks olarak kıskançlığın ıstıraba dönüşmesinde, erkek açısından bir iktidar problematiği olduğu açıktır. Kadının daha patetik yaklaştığı durumlar, erkek için alabildiğine vandal, algı ve anlayıştan uzak süreçler olarak gelişir. Karakteristik olarak, içsel bir güçsüzlük ve yetersiz kendine güvenin yapısını hazırladığı patern, erkek eliyle kadınların tekmilini birden mevcut ve yeterince işlevsel eril ahlaki sistemin boyunduruğu altına girmeye zorlayan bir dayatmaya dönüşür. Aşağıda, Mehmet Ergüven’in Hürriyet Gazetesi yazarı Ayşe Arman ile 29 Mart 2009’da yaptığı “Ertelenmiş Hazlarla Yaşanmaz” üst başlıklı mülakatından ve Cesare Pavese’nin Opus Magnumu “Yaşama Uğraşı”ndan alıntıladığım iki tespit bu dayatmaların köküne dair oldukça zihin açıcıdır:
“Biz erkekler, hep korkuyla yatağa giriyoruz. Bundan kurtulmanın en kestirme yolu da, karşımızdaki kadının mukayese yapabilme olanağını baştan engellemek. Niçin bakire olsunlar diye tutturuyorlar sanıyorsunuz?”
“Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kıskançlık ise, böyle bir karşılaştırma yapma zorunda kalma korkusudur.”
III
Madem Butimar’la başladık, burada konudan sapalım ve modernizmin bilge ve melankolik neferi Sadık Hidayet’e yürek verelim; onun Butimar’ını anlayalım:
“Ben hep dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, Butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürdüm. Butimar deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına. Ama ben hiç de öyle yapamam şimdi.”**
Eğer Butimar, altruist bir var oluşla değil de, insanoğlu gibi birçok “Ego” ile donanmış olsaydı, hiç şüphe yok ki ilk yapacağı şey eğilip dalgalı suya bakmak olurdu. Deniz suyunda yansıyacak aksi onun, Narcissus’un durgun suya baktığında gördüğü karşı konulamaz güzelliğine benzer şekilde, kendi benliğinin baş döndüren cazibesine kapılmasına sebep olacaktı. İşte bu “Ben” bilinci insanın ölüme ( burada ilişkinin ölümüne ), o her lahza hissettiği “Existenzangst” a meydan okumasına imkan verir. Yani muhteviyatı gereği bir iktidar alanı olan kıskanma hissi, varlığın devamı için de “Sine qua Non” bir unsur olarak vardır.
Butimar’ı dalgalı sudaki aksine bakmaktan alıkoyan şey, hiç şüphe yok ki ontolojiktir. İnsansa o sudaki kendine baka baka var olur. Sadık Hidayet, Butimar’ın yolundan ayrılırken içindeki devinimin, peşine takılıp gittiği kendini anlatma derdinin yolunda, susmayı kutsamaz ve varlığının bilincine “Ben”iyle karşı koyarak vakıf olur. Sükutu tefekkürle özdeşleştiren serverin yolunda mutluluğu, huzuru bulamaz, hatta aramaz bile, geniş kanatları bin bir dertle açılır, bin bir dertle yakınır.
Butimar’ın ölümü, sevginin pasif azmettiriciliğinde gerçekleşir. Sadık Hidayet’se içindeki sevgi denilen ateşi söndürmeden, bile isteye yürür girdabın dibine. Ne olursa olsun ölümden daha ciddi hiçbir şeyin olmadığı kesinse ve sanık da “aşk”sa, ölüme yürüyen aşık, yürüten maşuksa, sevgi denilen şeyin ellerinde kan var demektir.
O yüzdendir işte; mutlaka, “faşizm” kan kokar, kan döker.
* Ne kadar dayanılmaz bir endişe olduğunu anlatabilmesi için Bilge Karasu’nun sözleriyle; “Kaygı da korku gibi kendi memesinin oburudur.”
Bilge Karasu, Kılavuz, Metis Yayınları, 2010, 6. Baskı, s. 88.
** Sadık Hidayet, Kör Baykuş, Farsça’dan çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, 2009, 5. baskı, s. 39.
Yorumlar
Yorum Gönder