Türk Muhafazakarının Yitik (ve Mitik) Zaferi
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kasım 2014’te Müslüman Dini
Liderler Zirvesi'nin kapanış töreninde yaptığı konuşmada Türkiye’nin kültür
tarihi açısından önemli bir yere tekabül edebilecek ilginç tespitlerde bulundu.
Konuşmasını aynen alıntılıyor ve söyleyeceklerimi sonraya saklıyorum:
“Latin Amerika'nın İslam'la tanışması, 12.
yüzyıla kadar dayanır. Amerika kıtasının 1492'de Kolomb tarafından keşfedildiği
iddia edilir. Oysa Kolomb'tan 314 sene önce 1178'de Müslüman denizciler Amerika
kıtasına ulaşmışlardır. Kristof Kolomb'un hatıralarında Küba kıyılarında dağın
tepesinde bir caminin varlığından bahsedilmektedir. Kübalı kardeşimle bunu
konuşuruz. O dağın tepesine bir cami bugün de yakışır. Yeter ki böyle bir şeye
müsaade etsinler. Kolomb daha Amerika kıtasını keşfetmeden İslam dini kıtada
inkişaf etmiş, yayılmıştı."[1]
![]() |
Kaynak: Diken.com.tr |
Erdoğan’ın bu sözlerini okuyan bir
Doğulu’nun çıkartacağı sonuç çok açıktır; zengin, gelişmiş ve müreffeh
Amerika’ya bu imkanı veren, dünyanın zirvesine çıkmanın yolunu açan aslında
Doğu’ya ait bir öğreti olan Müslümanlık’tır.
Bilimsel tarihin büsbütün dışında kalıp kalmadığı tartışmalı olmakla
birlikte (Alman ansiklopedilerinde geçen Amerika’nın ilk kaşiflerinin
İzlandalılar oluşu, Prof. Fuat Sezgin’in araştırmaları, yine Prof. Taner
Timur’un kıtaya Kolomb’dan önce Viking, Bask ve Brotönların ayak bastığı
vurgusu[2], Prof.
Ergun Türkcan’ın cami gibi bir anıt dikip dikmedikleri pek belli olmamakla
birlikte pre-Colombian toplulukların varlığının kesin olduğu, pekala Arap
maceracıların da bunlarla birlikte kıtaya ulaşmış olabileceklerine dair katkıları[3]), Erdoğan’ın
sözlerinden sızan ve olsa olsa “Üstad” Necip Fazıl’ın poetikasının fantastik
bir ürünü olarak görülebilecek bu ifadeler, Doğulu, muzaffer, mağrur ama bir o
kadar da mağdur Doğulu bilinç altını rahatlıkla anlamamıza imkan veriyor.
Tarihsel olarak tartışmalı bu ifadelerin varlık değeri
zaten onların tarihsel geçerlilik sınamasından geçip geçememesinden değil, Batı
ile erillik / dişillik düalizminde ilişki kuran Doğulu zihnin, önemli bir politik
figürün zihinsel art-alanında tecessüm etmesinden ileri geliyor. Erken dönem
Türk romanının Batı’yı öncelikle dişil bir kışkırtıcı imge olarak tanımlaması
ile başlayan ve zaman içinde farklı yol ve yöntemlerle yeniden kurgulanan “Batı
imgesi”, bugün halen daha Türk muhafazakarının tipik “Oedipus kompleksi”nin
konusunu teşkil ediyor. Nurdan Gürbilek’ten doğru hatırlayalım;
Geri kalmışlığa önce Gavur Padişahlarla, ardından da Osmanlı’da toplumsal muhalefetin
doğuşuna evsahipliği yapan Yeniçeri kahvehanelerinde kurulan Jön Türk gruplarıyla çare arayanlar,
“Batı’yı al ama kötüleyerek al” ya da “Batı’nın fennini alalım ama sümme haşa
edebsizliğini almayalım.” kurnazlığıyla hareket ederlerken, şüphesiz edebiyat
alanında da bu mefkurenin aksülamellerinin görülmeyeceği ihtimal dahilinde
değildi. Oryantalistler, Osmanlı hamamlarında sere serpe yatan koca memeli Türk
kadınını önemli ressamlarının en nadide eserleri olarak ortaya koyarlarken,
buna bizim bir yanıtımızın olmayacağı düşünülemezdi. O yüzdendir ki Batı, bir
imge olarak romanımıza bulumik, şuh ve bir o kadar da bi-edep bir kadın figürü
olarak girdi. (İlginçtir, Anadolu’yu uygarlıklar beşiği olarak adlandırıp duran
siyasiler, bu bulumik, koca memeli figürün dahi Doğa Ana’mız Kibele’nin Anadolu
toprağından fışkıran kültünde ve gerçekte bize ait olduğunun bilincinde miydi?
İşte yine bizim doğurduğumuz Batı medeniyeti, heyhat!) Dekadan bir Galata
sakini olarak, ayna bağımlılığı ve sefih bir hayat sürgününün malulü olarak
resmedildi. Osmanlı, köhnemiş fikri ve vıcık vıcık olmuş mali ve idari sistemiyle
birlikte çökünce, Tanpınar ile birlikte Batı algısı, organik bir bütünlük
eliyle Doğu’ya angaje edilebilmenin yollarının arandığı bir düzleme oturdu.
Sonrasında da yitik bir hayalin, eşyaya sinen ve hayali cihana değen bir
nostaljik öge olarak tasavvur edilen, daha doğrusu elinde bundan fazlası
kalmayan Doğu, Batı’nın tüm kudretinin karşısında ancak “onu yaratan gerçekte
benim” kurnazlığıyla “karizmayı çizdirmemeye” çalıştı. Bu da aslında bir
“Hüsranın Telafisi” değil miydi? Yapamamanın, becerememenin, Batı’yla başa
çıkamamanın psikolojik bir rahatlama vesilesi? Yani; libidinal teselli?
Bauman’ın değişiyle bizim gibi Batı dışı toplumlarda
Batılılaşma “teşrii” bir süreçti. Bizdeki gelişimi ise, kültürel bir teşrii
transformasyon olarak gerçekleşti. (Ya da gerçekleşemedi) Bu transformasyona
direnç de yine, Batı’yla Batı’nın kültürel kodlarıyla ilk kez karşılaşan ve onu
aynı silahlarla vurmaya çalışan Namık Kemal’in kendisinden yol alarak tezahür
etti. Londra’daki parlamento binasına bakıp, hayranlık duyup, memleketine
dönünce “yahu bizde bu zaten var” diyen, Batı’yla yarışamayacağını anlayan,
yerine onu yaratan bilgeliği sahiplenmeye çalışan bu libidinal teselli. Hala birilerinde
yaşayan, Türk muhafazakarının hiç bitmeyen obsesyonu olarak yaşayan teselli…
Yorumlar
Yorum Gönder