Planlamacılık ve Hegemonya İlişkisi Üzerine Yalman'a Eleştiri
Öteden beri Türk siyasi tarihinde iktisadi durum ile
siyasi tercihler arasında dolayımsız bir ilişki oldu. Refah ölçütü sanayi ve
ticari gelişime bağlı olan, ne kuzeydeki ne de güneydeki komşularına benzer
şekilde yer altı kaynaklarının cömert getirilerine dayanmayan Türk ekonomisi,
siyasi otoritenin verdiği kararlardan öylesine duyarlıydı ki, siyasi otoritenin
mi ekonomi politikasını, yoksa ekonomik realitenin mi siyasi otoriteyi tahkim
ettiği konusu hep tartışma yarattı. Ne var ki, siyasete yön verenin ekonominin
iplerini ellerinde tutanlar olduğu, toplumun genel geçer ekonomik durumunun son
tahlilde siyasetin özünü hep belirlediğini savunmak, sanırım bugün birçok
araştırma şirketinin de ortaya koyduğuna paralel şekilde daha kolay.
Bu realite, ülkenin tek parti yönetimiyle geçirdiği
yıllarda bile hakimdi. Söz konusu yıllarda ilk küresel iktisadi krizin yarattığı
ekonomik daralma, özellikle perifer ülkelerde siyaseti marjinalize ediyorken,
Türkiye örneğinde karşılığını söz gelimi 1930 SCF İzmir mitinginde buluyordu.
Toplumun refah talebi, tek parti sultasını yıkma potansiyelini taşıyan SCF
mitinglerinde yüksek sesle dile getiriliyor, bunun üzerine siyasi otorite işin
hal çaresine bakmak için Çankaya Köşkü’ndeki meşhur masanın etrafında
toplanıyordu. Etatist anlayış, ekonominin devlet önderliğinde kumanda edilmesi
gibi uygulamalar da bu ekonomik realiteden neşet ediyor, tam da bu toplumsal
alt – üst oluşun neticesinde devletçilik / korumacılık sahneye davet
ediliyordu. Bu zaviyeden bakıldığında, Galip Yalman’ın Büyük Buhran dönemi
devlet otoritesinin, korumacı politikalara yönelmesinin nedeni olarak, devletin
toplum üzerindeki tahakkümünün devamı stratejisi olduğu yollu düşüncesi de,
sanki bu politikanın bir sonuç değil
de, neden olduğuna dair bir görüşü
önerdiğini düşündürtüyor. Yalman’a göre gelişmiş kapitalist ülkelerde türemiş
hegemonik devlet yapısı, konu geri kalmış Doğu olduğunda ceberut devlet
geleneğinde karşılığını bulmakta, bu anlamda modern devletin ürettiği bir
yapıyla geleneksel olarak mevcut olan bir başka yapı sanki aynı işleve sahipmiş
gibi bir görünüm arz etmektedir. Bu önermeyi desteklemesi için de 1929’dan
sonraki Cumhuriyet dönemi uygulamaları örnek verilmektedir.
Ne var ki 1930’lar Türkiye’sine hakim olan şey,
ceberut bir devletin ekonomi politik yoluyla formasyonu değil, uluslararası
piyasalara hakim olan düşüş momentine yakalanmadan ekonomik büyümeyi sürdürmek,
beri yandan da çok partili demokratik sisteme geçmekti. Bu bağlamda üretilen
çözüm, korumacılığın başta yarattığı ekonomik sıçrayıştan faydalanarak
ekonominin küçülmesinin önüne geçmekti. Kapitalist pazar mekanizmasının
gelişmediği, Cumhuriyetin ilanının Osmanlı’nın siyasi yapısını bozarken
iktisadi anlamda geçerli olan patrimonyal sistemine çok da etki etmediği,
Batı’daki anlamıyla burjuvaziye karşılık gelebilecek bir sınıfın oluşmadığı ve
dolayısıyla tahakküm edilmeye müsait bir ezilmiş sınıfın mevcut olmadığı bir
ortamda devlete hakim karakterin hegemonik bir tavır olduğunu söylemek zannımca
pratik ayağı eksik, bu haliyle de daha çok kuramsal bir varsayımdan öteye
geçememektedir. Evet, Yalman hegemonyanın tanzimi için Batılı anlamıyla bir
toplum ve siyaset sisteminin türetilmesinin gerekli olmadığını ileri
sürmektedir, bu haliyle önermenin temel çelişkisini absorbe etmektedir ve
fakat, fiili durumun Gramsci’nin tanımladığı şekliyle bir hegemonyayı ifade
etmediği de açıktır. Çünkü tek parti döneminin özellikle 1938 öncesindeki
durumu, siyasi – ekonomik bir hegemonyadan çok kültüralist bir hegemonyayı
refere etmekte, bu anlamıyla da odağına aldığı meselelerle Batı’nın tahkim
ettiği korporatizm arasına ciddi bir fark koymaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder