Kültürel Çalışmalar Geleneğinden Yeni Türkiye’ye
2 Kasım sabahına eski Türkiye’nin büyük bir yeis, yeni
Türkiye’nin ise mükellef bir keyifle uyandığını söylersek, kabaca eski ve yeni
diye tabir ettiğimiz şeyler arasına kocaman bir çizgi çekmiş olduğumuzu da
açıkça ilan etmiş oluruz. Gerçekten de bu birbirinden kopuk iki büyük toplum
kümesi adeta bir meydan muharebesi içindeymişçesine tepişirken, devlet siyasası,
ideoloji ve medya üçgeni içinde neyin, kim için ve nasıl üretildiği de bu temel
farklılaşmanın konusu olmaktadır. AKP’nin temsil ettiği kümenin 30 yılı aşkın
süre boyunca aşındırdığı merkezin duvarları, bu kez eski Türkiye olarak
nitelenen Kemalist elitlerin hayallerine karşı örülmekte, yeni duvar, eskisine
nazaran daha yüksek ve sağlam olarak inşa edilmektedir.
Yeni Türkiye’nin yeni gerçekliğinin yansıttığı şey
kültürel çalışmalar disiplininin kısa tarihinin rafine bir özeti gibidir.
Marx’ın camera obscura metaforundan
tutun da, Althusser’in ideolojik aygıtlar olarak nitelediği devlet organlarının
kullanımına, McArray’in çok katmanlı metin analizlerinden, Stuart Hall’un
egemen söylemlerine kadar muhtelif medya ve siyaset bilimi teorilerinin ampirik
gözlem sahası olarak kullanılabilecek Türk siyaseti, 1 Kasım seçimleri
çerçevesinde de görevini layıkıyla yerine getirdi. Söz gelimi, zayıf muhalefete
karşı iktidar olmanın tüm olanaklarını kullanan yapının, rıza üretimi
bağlamında ne kadar zorlanabileceği düşünülebilir ki? Ya da topluma egemen olan
söylemin manipülasyonu noktasında neredeyse sosyal medya dışında hiçbir imkanı
olmayan muhalefetin karşısında iktidarın gündem belirleme (Agenda setting) gücünün
önünde durabilecek olan ne var? Bunlara ilaveten, kendi gerçek çıkarını temsil
ettiği zannıyla iktidar partisinden kopmayan kitlelerin çarpıtılmış bilinci
Türk siyasetini nerelere sürüklüyor?
Gel gelelim, eski ile yeni arasına bir fark koyarken,
ikincisinin birincisinden açık bir kopuş olduğunu ileri sürmek de hayli zor
gözüküyor. Şöyle ki, temel olarak biliyoruz ki “toplumlar reset etmiyorlar.”
Yeni diye tanımlanan şey, tabiatıyla Eskinin yerine değil ama üstüne inşa
ediliyor. Böyle olunca da yeninin içinde eskiye ait birçok doneyle
karşılaşıyoruz. Mesela, Kemalist Türkiye’nin ideolojik söylemi, Abdülhamid ve
İT’ci popülizmin kalıntıları üzerine inşa edilmişti. Demokrat Parti popülizmi
de Kemalist halkçılığın üzerine. Peki Ecevit’in Peronist halkçılığı nereden
mülhem? Özalizmin kendine özgü olduğunu iddia etmek, bütün bu tarihsel
gerçeklik veri iken mümkün mü?
Yeni Türkiye’nin üzerinde yükseldiği gerçeklik de
aslında yabancısı olmadığımız bir sistemin mirası. Uzlaşmanın yerini çatışmaya,
anlayışın yerini nobranlığa, bilgeliğin yerini arogantlığa bıraktığı düzlem,
90’lardakinden farklı ne yansıtıyor? Toplum bölünüyor, iktidar azgınlaşıyor,
güç bozuyor, mutlak güç mutlaka bozuyor.
Yorumlar
Yorum Gönder