Türkiye Tarihi Günler mi Yaşıyor Gerçekten?
Son günlerde Ankara'da hava olması gerekenden çok daha sıcak. Öncelikle neler olduğunu kayıt altına almalı.
1) Türkiye Cumhuriyetini yönetmekle görevli (burası önemli) iktidar partisi açıkça tarihte hiç bu şiddette görülmediği üzere, Türkiye'nin Kemalist çizgiyi korumaya gayret eden hukukçularıyla rant kavgasına girdi.
2) Yine aynı iktidar muhalefetin tüm itirazlarına rağmen Milli Görüş geleneğinden geldiği bilinen bir parlamenteri millet iradesinin tecelli ettiği çatıya başkan olarak adeta tayin etti! Bu yeni bir şey değil aslında; Bülent Arınç örneği hafızalarda.
3) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2005 yılında denediği Kürt açılımını şimdi, daha da açarak tekrar denemek istiyor. Bu amaçla daha önce terörün destekleyiciliğini yaptığını ileri sürerek görüşmeyi defalarca reddettiği Demokratik Türkiye Partisi(DTP) Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. PKK ile DTP arasında fark var dedi.
4) İktidarın tüm unsurları ve İçişleri Bakanlığına bağlı kolluk kuvveti Polis, açık ve net olarak, Şemdinli'de başlamak üzere önce bakanlığın diğer kolluk kuvveti olan Jandarma ile görüş anlamında yollarını ayırdı. 2007'den beri gelişen konjonktürde takip edileceği gibi, artık polis bir adım daha attırılarak adeta Türk Silahlı Kuvvetleri'nin karşısına konuşlandırıldı. İçine düşülen bu kamplaşma hiç şüphesiz Türkiye tarihinin en büyük devlet içi hesaplaşması olarak değerlendiriliyor.
Yukarıdaki tespitlerden sonra, Türkiye'nin tüm kırmızı çizgileri aşıldı şeklinde bir görüş belirtmem birçokları için beklenebilir birşeydir. Ve aslına bakılırsa böylesi bir tespit doğrudur da. Fakat bu yorumun ötesine geçmek gerek. Olayın özüne, meselenin bütününe bakmak gerek.
Biraz önce sıraladığım 4 vakıanın üzerine tartışmaya önce normatif yaklaşımla başlamak gerek diye düşünüyorum.
Öncelikle, hukukçuların genel olarak Kemalist bir çizgide durmaları bence yanlıştır. Hukukçular Türkiye'de meşruiyetini elbette Atatürk ve onun yarattığı cumhuriyetten alırlar fakat hukukun kaynağı, hukukun özü bilimdir, adalettir. Dolayısıyla halk nezdinde gelişen saygı, hukukun ya da hukukçuların Atatürkçülükleriyle değil, verdikleri kararların adilliği, tarafsızlığı ve bağımsızlığıyla ilgilidir. Bu anlamda halk için artık hukukun adilliği, bağımsızlığı ve bilimselliği tartışmalıysa bizzat hukukçulara olan saygı da tartışmalı hale gelir. İşte buradan kaynaklanan bir bakışla hukukçuların temsil ettikleri Kemalizm de aynı oranda ve aynı halkın nezdinde imaj kaybına uğrar. Fakat burada dikkat etemiz gereken nokta, hukuka olan güvenin hukukun kendi içtihadından öte, dışsal etkilerle yıpratılmak istenmesidir. Son olarak Ertosun'un, kimilerinin kendisini Ergenekon sanığı olarak lanse etme çabası olsa da, Ergenekon Davası kapsamında gözaltına alınan ve 15 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan bir isimle yemekte buluşması ve bunun dünyanın en kötü şeyiymiş gibi aktarılması bu yıpratma çabasının en büyük örneği. Hukukçular üzerinden onların temsil ettiği düşünceye, kısacası laiklik ve ulusalcılığa geliştirilen atak bu imaj kirletme uğraşısının özünü oluşturuyor. Laiklik ve ulusalcılığa yapılan ataklar ile bunların karşısında demokratlar kulubünün olacağı bir tezatlık yaratılmaya çalışılıyor. İşte bu stratejinin ürettiği sonuç halka şu şekilde yansıyor: Ya demokrasi, ya tü-kaka Ergenekoncu Kemalizm!
Türkiye'nin bir yargı reformuna ihtiyaç duyduğu açık. Reformların özünü oluşturacak içerik de AB kriterleri ve muktesebatında zaten var. Hükümet daha önce birçok AB ile uyum adı altında yasa değişiklikleri yapmış ve böylece yeni fasıllar açılmasını sağlamışken neden şimdi bir yargı reformuna başlamadan yargı kurumlarıyla çatışmaya girdi? Mantıklı hareket ettiği ve AB hedefine kilitlenmiş olduğu varsayılan iktidar yargı reformunun yerine hukukçularla çatışmayı siyasi geleceği açısından daha mı avantajlı görüyor? Yoksa AB'nin yargı usulleri uygulanmaya başlanırsa Ergenekon terör örgütü adı altında faaliyet gösterdiği ilan edilen örgütün üyeleri delil yetersizliği ya da en azından cezai kovuşturma usullerindeki hatalar nedeniyle salıverilir diye mi korkuluyor? Bunlar aklımı karıştıran sorular.
Devlet içi çatışmanın bir diğer tarafında TSK var. Başbakan tarafından demokrasinin teminatı olarak gösterilen polis, değişen Türkiye'nin, bu değişim sürecindeki en önemli dinamosu. Bunun arkasında herkesin bildiği bir gerçek var. Askeriye ısrarla laik yapısını korumak için, YAŞ karararı ile ün kazanmış elemelerini yaparken, polis tersi bir ivmeyle yapısını milliyetçilerden cemaatçilere kaydırmış durumda. Bugün Fettullahçı kadroların ışık evlerinden daha yoğun olduğu ilk yer büyük ihtimalle emniyet teşkilatıdır! Velhasıl yukarıda bahsettiğim imaj kirliliğinin tarafları da belli durumda. Dursun Çiçek olayı ile TSK yıpratılma çabası içine atılırken, Ergenekonu çökerten(!) Başsavcı ve onun emrine amade emniyet güçlerimiz halkın beklediği/aradığı kahramanlar olarak piyasaya sürülmüş durumdalar. İktidar da hem savcısının hem de polisinin yanında olduğunu açıklayarak sürecin hem planlayıcısı hem de destekleyicisi- siyasi rant takipçisi olduğunu gösteriyor. 2007 Nisan'ında e-muhtıra sonucu elde ettiği rantı tekrar ele geçirmek istediği, bu iştahla hareket ettiği ortada.
Gelelim Kürt açılımı ve TBMM Başkanlığı olayına.
2007 yılında AKP tekrar iktidara geldiğinde oyunu oldukça arttırmasına rağmen tüm halkı kucaklayacağını söyleyerek yola koyulmuştu. (Başbakan'ın gece yarısı konuşması) Bunun ilk işaretini de merkez sağda siyaset yapmış, deneyimli ve muhalefetçe de desteklenen bir ismi TBMM Başkanlığına aday göstererek vermişti. Peki bugün ne değişti de Milli Görüş geleneğinden gelen Mehmet Ali Şahin TBMM Başkanlığına oturtuldu? Bu, iktidarın artık toplumun tamamını kucaklamadığı anlamına mı geliyor? Ya da ironik olarak toplumun milli görüşçü bir ismi kucaklaması mı isteniyor? AKP içindeki teamüllerin Burhan Kuzu'yu işaret ettiği ortamda milli görüşçü bir ismin TBMM Başkanlığına getirilmesi ne ifade ediyor? Bu olay Kürt açılımının neresine oturuyor?
Bu yazıyı bu kadar soruya rağmen hala okuyanlarınız varsa, tam şu anda okumaktan vazgeçebilirler. Zira yukarıda sıraladığım hiçbir sorunun cevabını yazının sonunda bulamayacaksınız! Çünkü bu sorular oldukça kafa karıştırıcı ve denklemler daha çok soru sorulmasını, daha çok üstüne düşünmeyi gerektiriyor.
Fakat toplarsak; TSK'ya ve Yargı'ya sırtını dönen, bu kurumları pasifize ettiği açıkça ortada olan iktidar kısa vadede neyin peşinde?
Yanıt muhafazakar ailelerde yetişmiş ve onlardan da AKP'nin samimiyetine inanmış insanlar için oldukça net: TSK da Yargı kurumlarımız da Türkiye'nin demokratikleşmesi önünde engeldirler! Bunlara karşı yürütülen çabalar tümüyle demokratikleşme yolunda atılan adımlardır!
Bunun karşısında, eğer birazcık Atatürkçü- laik çizgide yetiştiyseniz, sizin için de şema oldukça nettir: AKP Türkiye'de laikliğin teminatı olan bu kuruluşlara saldırarak dine dayalı bir ülke yaratma hayalinin peşinde koşuyor.
Komik olan, bu iki yargının da konuyla hiçbir ilgisinin olmaması! Stratejik müttefikimiz ABD'nin gözlükleriyle bakmalı biraz olaya:
Soğuk Savaş döneminde müttefiki olduğu ülkelerin silahlı kuvvetleriyle ortaklıklar oluşturmuş, dahası bugün karşımıza Ergenekon olarak çıkan kimi illegal yapılanmaları desteklemiş olan ABD, Kuzey Irak'taki geçici ikametinden ayrılırken ülkenin en karışık bölgelerinden biri olan Kuzey Irak'ı Türkiye'ye emanet etmek istiyor. Kuzey Irak'ın Türkiye tarafından yönetilebilmesi için ise elbette ki aradaki PKK unsurunun dağılması şart. Dolayısıyla PKK'ya sırtını dönen ABD, Türkiye'nin de bir dizi demokratik hamle gerçekleştirmesini istiyor. Daha doğrusu PKK ve DTP'nin talebi bu yönde. Oldukça net; biz dağdan ineriz ama şehirde haklarımız olmalı! Tabi bu tavizlerin ne olacağı henüz belirsiz. Kürt açılımı adı altında sürdürülen çalışmaların tek bir somut verisi yok. Buna rağmen iktidar partilerin kapılarını çalıyor. Ne için çalıyorlar, ya da kapı açıldığında ne konuşuyorlar ben çok merak ediyorum! Neyse...
Bu tavizlerin verilebilmesi için ülke içindeki milliyetçi unsurların tasfiyesi şart. AKP'nin stratejisi de bu yönde işliyor. Muhalefet dışarıda bırakılarak yola devam ediliyor! Çünkü ABD de çok iyi biliyor ki Türkiye'deki muhalefet hiçbir şekilde bu yolun açılmasına yardım etmez! ABD'nin ülke içindeki sıkı müttefiki TSK yerine cemaatçilere yaklaşması da yukarıda anlattığım teoriyi destekliyor. TSK tasfiye edilirken, cemaatçiler giderek güçleniyorlar. Meclisin başına getirilen Mili Görüşçü isim her ne kadar Saadet Partisine kayan oylara dur demek için yapılan bir manevra gibi algılanıyor olsa da aslında muhalefetin dışlanması için atılan adımlardan birini oluşturuyor. Ergenekonu çözmeden girişilen bir Kürt açılımı da, Yargı ve TSK'nın sindirilmesindeki bu iğrenç imaj kirletme çabası da hep bana ABD'nin Kuzey Irak'tan çekilme tarihine yetiştirilmeye çalışılan bir şeyler olduğunu ifade ediyor.
Peki iktidara teslim edilen bu açılım lafları, gerçek bir açılım getirecek mi, bu tartışmalı. İktidar Kürt açılımıyla ilgili hiçbir şey söylemiyor. Tüm memleket Godot'yu bekler gibi Erdoğan'ın ağzından çıkacakları bekliyor. Ben de bu yazıyı Kürt açılımı konusuyla genişleterek tartışmaya devam edeceğim gibi gözüküyor.
1) Türkiye Cumhuriyetini yönetmekle görevli (burası önemli) iktidar partisi açıkça tarihte hiç bu şiddette görülmediği üzere, Türkiye'nin Kemalist çizgiyi korumaya gayret eden hukukçularıyla rant kavgasına girdi.
2) Yine aynı iktidar muhalefetin tüm itirazlarına rağmen Milli Görüş geleneğinden geldiği bilinen bir parlamenteri millet iradesinin tecelli ettiği çatıya başkan olarak adeta tayin etti! Bu yeni bir şey değil aslında; Bülent Arınç örneği hafızalarda.
3) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2005 yılında denediği Kürt açılımını şimdi, daha da açarak tekrar denemek istiyor. Bu amaçla daha önce terörün destekleyiciliğini yaptığını ileri sürerek görüşmeyi defalarca reddettiği Demokratik Türkiye Partisi(DTP) Eş Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. PKK ile DTP arasında fark var dedi.
4) İktidarın tüm unsurları ve İçişleri Bakanlığına bağlı kolluk kuvveti Polis, açık ve net olarak, Şemdinli'de başlamak üzere önce bakanlığın diğer kolluk kuvveti olan Jandarma ile görüş anlamında yollarını ayırdı. 2007'den beri gelişen konjonktürde takip edileceği gibi, artık polis bir adım daha attırılarak adeta Türk Silahlı Kuvvetleri'nin karşısına konuşlandırıldı. İçine düşülen bu kamplaşma hiç şüphesiz Türkiye tarihinin en büyük devlet içi hesaplaşması olarak değerlendiriliyor.
Yukarıdaki tespitlerden sonra, Türkiye'nin tüm kırmızı çizgileri aşıldı şeklinde bir görüş belirtmem birçokları için beklenebilir birşeydir. Ve aslına bakılırsa böylesi bir tespit doğrudur da. Fakat bu yorumun ötesine geçmek gerek. Olayın özüne, meselenin bütününe bakmak gerek.
Biraz önce sıraladığım 4 vakıanın üzerine tartışmaya önce normatif yaklaşımla başlamak gerek diye düşünüyorum.
Öncelikle, hukukçuların genel olarak Kemalist bir çizgide durmaları bence yanlıştır. Hukukçular Türkiye'de meşruiyetini elbette Atatürk ve onun yarattığı cumhuriyetten alırlar fakat hukukun kaynağı, hukukun özü bilimdir, adalettir. Dolayısıyla halk nezdinde gelişen saygı, hukukun ya da hukukçuların Atatürkçülükleriyle değil, verdikleri kararların adilliği, tarafsızlığı ve bağımsızlığıyla ilgilidir. Bu anlamda halk için artık hukukun adilliği, bağımsızlığı ve bilimselliği tartışmalıysa bizzat hukukçulara olan saygı da tartışmalı hale gelir. İşte buradan kaynaklanan bir bakışla hukukçuların temsil ettikleri Kemalizm de aynı oranda ve aynı halkın nezdinde imaj kaybına uğrar. Fakat burada dikkat etemiz gereken nokta, hukuka olan güvenin hukukun kendi içtihadından öte, dışsal etkilerle yıpratılmak istenmesidir. Son olarak Ertosun'un, kimilerinin kendisini Ergenekon sanığı olarak lanse etme çabası olsa da, Ergenekon Davası kapsamında gözaltına alınan ve 15 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan bir isimle yemekte buluşması ve bunun dünyanın en kötü şeyiymiş gibi aktarılması bu yıpratma çabasının en büyük örneği. Hukukçular üzerinden onların temsil ettiği düşünceye, kısacası laiklik ve ulusalcılığa geliştirilen atak bu imaj kirletme uğraşısının özünü oluşturuyor. Laiklik ve ulusalcılığa yapılan ataklar ile bunların karşısında demokratlar kulubünün olacağı bir tezatlık yaratılmaya çalışılıyor. İşte bu stratejinin ürettiği sonuç halka şu şekilde yansıyor: Ya demokrasi, ya tü-kaka Ergenekoncu Kemalizm!
Türkiye'nin bir yargı reformuna ihtiyaç duyduğu açık. Reformların özünü oluşturacak içerik de AB kriterleri ve muktesebatında zaten var. Hükümet daha önce birçok AB ile uyum adı altında yasa değişiklikleri yapmış ve böylece yeni fasıllar açılmasını sağlamışken neden şimdi bir yargı reformuna başlamadan yargı kurumlarıyla çatışmaya girdi? Mantıklı hareket ettiği ve AB hedefine kilitlenmiş olduğu varsayılan iktidar yargı reformunun yerine hukukçularla çatışmayı siyasi geleceği açısından daha mı avantajlı görüyor? Yoksa AB'nin yargı usulleri uygulanmaya başlanırsa Ergenekon terör örgütü adı altında faaliyet gösterdiği ilan edilen örgütün üyeleri delil yetersizliği ya da en azından cezai kovuşturma usullerindeki hatalar nedeniyle salıverilir diye mi korkuluyor? Bunlar aklımı karıştıran sorular.
Devlet içi çatışmanın bir diğer tarafında TSK var. Başbakan tarafından demokrasinin teminatı olarak gösterilen polis, değişen Türkiye'nin, bu değişim sürecindeki en önemli dinamosu. Bunun arkasında herkesin bildiği bir gerçek var. Askeriye ısrarla laik yapısını korumak için, YAŞ karararı ile ün kazanmış elemelerini yaparken, polis tersi bir ivmeyle yapısını milliyetçilerden cemaatçilere kaydırmış durumda. Bugün Fettullahçı kadroların ışık evlerinden daha yoğun olduğu ilk yer büyük ihtimalle emniyet teşkilatıdır! Velhasıl yukarıda bahsettiğim imaj kirliliğinin tarafları da belli durumda. Dursun Çiçek olayı ile TSK yıpratılma çabası içine atılırken, Ergenekonu çökerten(!) Başsavcı ve onun emrine amade emniyet güçlerimiz halkın beklediği/aradığı kahramanlar olarak piyasaya sürülmüş durumdalar. İktidar da hem savcısının hem de polisinin yanında olduğunu açıklayarak sürecin hem planlayıcısı hem de destekleyicisi- siyasi rant takipçisi olduğunu gösteriyor. 2007 Nisan'ında e-muhtıra sonucu elde ettiği rantı tekrar ele geçirmek istediği, bu iştahla hareket ettiği ortada.
Gelelim Kürt açılımı ve TBMM Başkanlığı olayına.
2007 yılında AKP tekrar iktidara geldiğinde oyunu oldukça arttırmasına rağmen tüm halkı kucaklayacağını söyleyerek yola koyulmuştu. (Başbakan'ın gece yarısı konuşması) Bunun ilk işaretini de merkez sağda siyaset yapmış, deneyimli ve muhalefetçe de desteklenen bir ismi TBMM Başkanlığına aday göstererek vermişti. Peki bugün ne değişti de Milli Görüş geleneğinden gelen Mehmet Ali Şahin TBMM Başkanlığına oturtuldu? Bu, iktidarın artık toplumun tamamını kucaklamadığı anlamına mı geliyor? Ya da ironik olarak toplumun milli görüşçü bir ismi kucaklaması mı isteniyor? AKP içindeki teamüllerin Burhan Kuzu'yu işaret ettiği ortamda milli görüşçü bir ismin TBMM Başkanlığına getirilmesi ne ifade ediyor? Bu olay Kürt açılımının neresine oturuyor?
Bu yazıyı bu kadar soruya rağmen hala okuyanlarınız varsa, tam şu anda okumaktan vazgeçebilirler. Zira yukarıda sıraladığım hiçbir sorunun cevabını yazının sonunda bulamayacaksınız! Çünkü bu sorular oldukça kafa karıştırıcı ve denklemler daha çok soru sorulmasını, daha çok üstüne düşünmeyi gerektiriyor.
Fakat toplarsak; TSK'ya ve Yargı'ya sırtını dönen, bu kurumları pasifize ettiği açıkça ortada olan iktidar kısa vadede neyin peşinde?
Yanıt muhafazakar ailelerde yetişmiş ve onlardan da AKP'nin samimiyetine inanmış insanlar için oldukça net: TSK da Yargı kurumlarımız da Türkiye'nin demokratikleşmesi önünde engeldirler! Bunlara karşı yürütülen çabalar tümüyle demokratikleşme yolunda atılan adımlardır!
Bunun karşısında, eğer birazcık Atatürkçü- laik çizgide yetiştiyseniz, sizin için de şema oldukça nettir: AKP Türkiye'de laikliğin teminatı olan bu kuruluşlara saldırarak dine dayalı bir ülke yaratma hayalinin peşinde koşuyor.
Komik olan, bu iki yargının da konuyla hiçbir ilgisinin olmaması! Stratejik müttefikimiz ABD'nin gözlükleriyle bakmalı biraz olaya:
Soğuk Savaş döneminde müttefiki olduğu ülkelerin silahlı kuvvetleriyle ortaklıklar oluşturmuş, dahası bugün karşımıza Ergenekon olarak çıkan kimi illegal yapılanmaları desteklemiş olan ABD, Kuzey Irak'taki geçici ikametinden ayrılırken ülkenin en karışık bölgelerinden biri olan Kuzey Irak'ı Türkiye'ye emanet etmek istiyor. Kuzey Irak'ın Türkiye tarafından yönetilebilmesi için ise elbette ki aradaki PKK unsurunun dağılması şart. Dolayısıyla PKK'ya sırtını dönen ABD, Türkiye'nin de bir dizi demokratik hamle gerçekleştirmesini istiyor. Daha doğrusu PKK ve DTP'nin talebi bu yönde. Oldukça net; biz dağdan ineriz ama şehirde haklarımız olmalı! Tabi bu tavizlerin ne olacağı henüz belirsiz. Kürt açılımı adı altında sürdürülen çalışmaların tek bir somut verisi yok. Buna rağmen iktidar partilerin kapılarını çalıyor. Ne için çalıyorlar, ya da kapı açıldığında ne konuşuyorlar ben çok merak ediyorum! Neyse...
Bu tavizlerin verilebilmesi için ülke içindeki milliyetçi unsurların tasfiyesi şart. AKP'nin stratejisi de bu yönde işliyor. Muhalefet dışarıda bırakılarak yola devam ediliyor! Çünkü ABD de çok iyi biliyor ki Türkiye'deki muhalefet hiçbir şekilde bu yolun açılmasına yardım etmez! ABD'nin ülke içindeki sıkı müttefiki TSK yerine cemaatçilere yaklaşması da yukarıda anlattığım teoriyi destekliyor. TSK tasfiye edilirken, cemaatçiler giderek güçleniyorlar. Meclisin başına getirilen Mili Görüşçü isim her ne kadar Saadet Partisine kayan oylara dur demek için yapılan bir manevra gibi algılanıyor olsa da aslında muhalefetin dışlanması için atılan adımlardan birini oluşturuyor. Ergenekonu çözmeden girişilen bir Kürt açılımı da, Yargı ve TSK'nın sindirilmesindeki bu iğrenç imaj kirletme çabası da hep bana ABD'nin Kuzey Irak'tan çekilme tarihine yetiştirilmeye çalışılan bir şeyler olduğunu ifade ediyor.
Peki iktidara teslim edilen bu açılım lafları, gerçek bir açılım getirecek mi, bu tartışmalı. İktidar Kürt açılımıyla ilgili hiçbir şey söylemiyor. Tüm memleket Godot'yu bekler gibi Erdoğan'ın ağzından çıkacakları bekliyor. Ben de bu yazıyı Kürt açılımı konusuyla genişleterek tartışmaya devam edeceğim gibi gözüküyor.
Yorumlar
Yorum Gönder