Bir Sebep olarak Esnek İstihdam ve Güvencesizlik
Daha
önceki yazılarımızda Türkiye’de kapitalist sistemin gerçek anlamda gelişmesinin
1980 Darbesinin yürütülmesini mümkün kıldığı 24 Ocak kararları olduğunu, bundan
önceki tarihlerde Türk iktisadi ve sosyal yapısının Şerif Mardin’in belirttiği
gibi “Geç-Patrimonyalizm” olarak tanımlanabileceğini ifade etmiştik. Peki neden
böyle demiştik? Bu tanıma uygun olarak birkaç sebep sunabiliriz.
Bunlardan
ilki, Türkiye’de yatırıma yönelebilecek sermaye stokunun ilk olarak 1980
sonrasında birikmeye başladığı tespitidir. Bu tarihten önce, Türk ekonomisi
uluslararası piyasalarla eklenmemiş, kontrollü yürüttüğü sermaye akımları ve
döviz alım-satımı ile daha çok kapalı ekonomi görünümündeydi. Bu sistemde
zengin ve fakir arasındaki fark göreli olarak azdı ve Gini katsayısı henüz
gelir dağılımında ciddi bir eşitsizliğe tanıklık etmiyordu. (Ort: 0,28) Üretim
alanında emek yoğun biçimde çalışan işletmeler ve tarımsal etkinliğin yüksek
olduğu bir yapının var olduğu bu dönemlerde, işsizlik de göreli olarak düşük
seyrediyordu. Latin Amerika modeline benzer bir ithal- ikameci politika,
kamusal ağırlığın da ön almasıyla sürdürülmeye çalışılıyordu. Köyden kente göç
başlamış olmakla birlikte, kabaca 50 milyon civarında insan hala köylerini terk
etmemiş bulunuyordu.
İkincisi,
kamunun işgal ettiği alan oldukça yüksekti. Tabir-i caizse, her şeye sahip Padişahın yerini Hazine almış, ulufe gibi
bazı önemli kişilere dağıtılan kupon araziler dışında Cumhuriyet toprakları
olduğu gibi durmaktaydı. Bazı büyük montanlı projeler ve elektromanyetik sistem
yatırımları dışında kamunun ağırlıklı hedefi tarımsal üretimdi ve köylüler ve
köylülük düşüncesi merkezi konumdaydı.
Üçüncüsü,
Osmanlı’nın bakiyesi kurumlar revize edilmemiş, yalnızca bürokratik yapıyı
oluşturan bireylerin tercih kıstasları değiştirilmişti. Türk milliyetçisi bir
bakışın egemen hale geldiği bu yapıda, değişen şey kamu yönetiminde söz sahibi
olanların etnik ve mezhepsel konumları olmuştu.
Neoliberalizmin
ilk veçhesi olarak da ifade edilebilecek olan 80’ler ve 90’larla birlikte
Türkiye ekonomisi de yapısal değişikliklere tabi tutuluyordu. En başta ithal
ikamecilik terk ediliyor, döviz kısıtı kaldırılıyor ve serbest ticaret
liberalize ediliyordu. Hızlı bir sermaye birikiminin teşvik edilmesi için usul
dışı uygulamalara göz yumuluyor, teknoloji transferi yoluyla sermaye ve teknoloji
yoğun üretim, emek yoğun üretimle ikame ediliyordu. Emeğin yerini teknoloji
alırken, nüfus hızla artmaya başlıyor, köyde geçinemeyen milyonlarca insan oluk
oluk şehirlere akıyordu. Bu ikili açmaz karşısında bürokrasi, uluslararası
kuruluşların mihmandarlığında işgücü piyasasını esnek hale getirerek
güvencesizliğin kapısını aralıyordu. Osmanlı’da tımar sisteminin bozulmasını
anıştırırcasına, otonom ekonomi gelişmiş ülkelerin difüzyon etkisiyle
dengesizlikler üretmeye başlıyor, buna karşı üretilen cevaplar da
neoliberalizmin palyatif çözüm önerileri olabiliyordu.
İşte
güvencesizlik ve işgücünün esnekleştirilmesi bu minvalde vücuda geliyordu. Toplum,
sıcak hava balonu toplumundan kum saati toplumuna dönüşüyor, orta sınıf yavaş
yavaş çözülürken, kapitalist hegemonya hem hukuken hem de siyaseten yerleşik
kültür haline geliyordu.
Güvencesizlik
anlamına gelen Prekariat, işgücünün işveren tarafından belli bir süre için
kullanılarak, işi bittiği anda verimlilik ilkeleri çerçevesinde devre dışı
bırakılmasıdır. Kadrolu işleri refere eden güvenceli olmanın tam tersi olarak,
süreli iş sözleşmeleri ile spesifik işgücü ile sınırlı bir işçi-işveren
ilişkisi kurulmasıdır. Bunun temel nedeni, artık emeğin (yedek işgücü) ücretler
üzerinde yarattığı aşağı yönlü baskıdan azami surette istifade etmek isteyen
işverenin, kullan-at yöntemiyle emek maliyetlerini sürekli aşağı çekmesidir. Bu
yöntemin emek-yoğun sektörlerde, özellikle de taşeron işçi istihdamına aracılık
eden şirketlerde kullanıldığını, sömürünün de tam da bu noktalarda
yoğunlaştığını belirtmek gerekir.
İşgücünün
esnekleştirilmesi ise güvencesizlikle paralel düzeyde bir anlama gelmekle
birlikte, daha çok tam zamanlı istihdam usulünün dışına çıkılarak kısmi
çalışmayı mümkün kılan bir düzenlemeyi ifade etmektedir. Bu anlamıyla başta
hizmet sektörü olmak üzere bir takım alanlarda part-time çalışanlar istihdam
etmek suretiyle emeğin optimizasyonu ve rekabetçiliğin teşvik edilmesi
projeksiyonuyla sunulmaktadır. Ne var ki asgari ücretin bu derece düşük olduğu
ülkemizde kısmi çalışmanın önünü açmak, oldukça düşük ücretlerin bile hayal
edilemeyeceği düzeylerde ücret verilmesi anlamına gelecektir.
Bununla
birlikte, işgücünün esnek istihdamı özü itibariyle mutlak olarak sömürüye yol
açan bir uygulama değildir. Amerikan post-Fordist iş modeli ve ekonomik yapısının
doğal sonucu olarak doğan bu yapı göreli yüksek saat başı ücretler nedeniyle
verimli çalışmaktayken, Türkiye örneğinde sebep niteliğine büründürülmüş, adeta
ekonominin önünü açacak yegane verimlilik ölçütü gibi tasavvur edilmiştir.
Halbuki esnek istihdam bir sebep değil, sonuçtur ve böyle olduğu ölçüde
efektiftir. Türkiye örneğinde olduğu gibi düşünüldüğünde, yetkin olmayan
işverenin sabit maliyetini aşağı çekerek bir şekilde ayakta tutulmaya
çalışılması gayesine meze yapılan işgücü, düşük ücretler ve güvencesizlikle
birlikte düşünüldüğünde modern kölelikten öte anlam ifade etmeyecektir.
Prekaryalaşma
Mavi
yakalı emeğin sömürüsü, yoksul-madun sınıflar ve prekarya bir arada
düşünüldüğünde, bunların hepsini aynı grubun içine sokmak biraz sorunludur.
Öncelikle beyaz yakalı istihdamı, her ne kadar güvencesizlik ve esnek istihdamı
bir arada sunsa da, mavi yakalının sömürü yöntemleri ve madunların hayat
mücadeleleri ile karşılaştırıldığında kendisini ziyadesiyle ayırır. Birincisi,
hem maddi anlamda (ücret) hem de manevi anlamda (saygınlık) şanslıdır. Ayrıca
kafa işçiliği de denen bu beyaz yakalı kesim için esnek çalışma, dezavantaj
değil, avantajdır. Dezavantaj yaratan, ekonomi politikasının amacıyla
ilişkilidir, ki bunu yukarıda açıkladık.
Burada
piyasanın sunduğu fırsatların da göz önüne alınmasında fayda vardır. Emeğinden
başka satacak bir şeyi olmayan ücretlinin, belli miktar sermaye ile küçük bir
işletme kurması ve doğru hareketlerle işveren haline dönüşmesi eskiye oranla
daha kolaydır. Bunun arkasında, piyasaya giriş çıkışların kolaylaşması ve hem
maddi olarak hem de angarya açısından azalan/kolaylaşan şirket kurulma süreci
vardır.
Dolayısıyla,
zannımızca, esas mesele Tanıl Bora’nın söylediği gibi prekaryanın gerçek
proletaryanın yerini alması ve yeni bir sömürü düzeninin negatif aktörü haline
dönüşmesi değil, gelir dağılımı eşitsizliğinin giderek artmasına neden olan ve işsizliği
çoğaltan ekonomi yönetiminin dönüşememesidir. Dünya savaşlarının akabinde ancak
sosyal refah devleti uygulamalarıyla tüketimi uyaran gelir politikalarının terk
edilmesi, yerine finans kapitalin kendisini ürettiği ve dolayısıyla emek ihtiyacını
düşürerek daha fazla nakitte kalmak şeklinde gerçekleşen yeni parasal strateji,
vahşi kapitalizmin dirilişine neden olmaktadır. Bu da Piketty’nin önerdiği gibi
bir zenginlik vergisi ya da gelirin yeniden dağıtılmasına imkan sağlayacak
uygulamalar göz ardı edildiğinde, aşağıda olanların daha fazla sömürülmesi
önünde hiçbir engel bırakmamaktadır.
Kapitalizm,
temel kurgusunu orta sınıfa hayal satmak olarak belirlediği ve bunu sürdürdüğü
sürece başarılı olacak gibi gözükmektedir. Bunun yolu, henüz bir şeye sahip
olamamış bu sınıfa, ileride olacağına dair bir umut vermek, ilaveten alt
sınıflarla ilişki kurmamayı, kurarsa da tehlikeli olduklarına dair negatif bir
algıyla kurmalarını şart koşmaktan geçmektedir. Eğer orta sınıf, sınıf
atlayabileceğini düşünürse, sınıf mücadelesi içine girmeyecek, girenlere de
istihzayla yaklaşacaktır. Dolayısıyla topyekün bir karşı çıkış daha en başından
kendi neferleri yoluyla akamete uğrayacak, bu da kapitalistin kılını bile
kıpırdatmadan kurduğu sisteme adeta bir oto-garanti sağlayacaktır.
Şunu
da ilave etmekte fayda var, kapitalist üst sınıfın orta sınıfa sunduğu sınıf
atlama hayali büsbütün bir yalan, gerçek dışı bir simülasyon değildir. Yukarıda
da değindiğimiz üzere, proleter konumundan işveren konumuna geçmek her
zamankinden kolaydır ve kitlelerin temel eğilimi de bu yönde değişmektedir.
Üniversitelerin, özellikle de özel olanların temel müfredatları girişimciliği
özendirecek şekilde düzenlenmekte, şirket kuran öğrenciler hem üniversiteleri
aracılığıyla hem de kamusal mevzuatın el verdiği ölçüde maddi ve moral şekilde
destek görmektedirler. Ne var ki bu durum, hızla artan beyaz yakalı işsizliğini
gölgelememelidir. Sürekli eğitimlerle hiç durmadan artan rekabete mukavemet
edebilmek için hiç bitmeyen bir çaba içine giren beyaz yakalı, bir gün işsiz
kalma riskiyle her zamankinden daha fazla karşı karşıyadır. Teoride çalışan
“Ben A.Ş.” piyasa koşullarına yenik düşebilmekte, işveren konumuna yükselmiş
emekçiyi yeniden eski konumuna taşıyabilmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder