Mükemmeliyetçi Akademiler Zamanında Kültür Çalışmak!
Kültürel çalışmalar geleneğinin “mükemmeliyetçi akademya” vizyonu ve
“homo academicus” misyonerliği eliyle piyasaya yönelik olarak iğdiş edilen
muhalif tavrı, bugün itibariyle Türk üniversitelerini denetimi altına almış
gözükmektedir. Öyle ki söz gelimi Sabancı Üniversitesi, bu isimde bir bölüm
açarak mezunlarının iş bulabilme şanslarını ölçümlemeye ve bu hesap üzerinden
bölümün getiri/maliyet oranlarını hesaplamaya başlamış bile. Bu trajik durum
evet, ne Türkiye’ye özgü, ne de yeni bir şey. Kapitalist mantık oldukça
pragmatik esaslar çerçevesinde hareket ederek kendisine yönelen tehlikeyi ehlileştirmekte,
bunu yaparken de kendisine kolayca suç ortakları bulmaktadır.
Asıl tartışılması gereken de bu noktada, kültür çalışmalarının
hakikatte ne olduğu ve/veya nasıl olması gerektiği değil, alana ilgi duyan
bireyin hangi algı ve mülahazalar sonucunda bu “iğdiş etme faaliyetine”
katılmaya razı olduğudur. Kültürel çalışmalar alanı dışarıdaki bireye ne ifade
ediyor olsa gerektir ki, söz gelimi çok uluslu bir şirkette kurumsal iletişim
departmanında çalışan bir uzmanı Althusser okumaya ikna edebilmektedir? Bu
durumdan Althusser okumanın çekici bir yanı olduğunu söyleyerek çıkamayız, bu
açıkçası yalan olur; ortaya mutlaka bireyin basit optimizasyonu ve piyasada
karşılaşacağı tepkiye yönelik olarak yaptığı yatırımın ne olduğu ile karşılık
vermek zorundayız.
Kapitalist zihin, neyi nasıl yapacağını, daha öncekilerin neyi nasıl
yaptıkları üzerinden adeta bir kritisizm katalogu inşa etmiş kültürel
çalışmalar alanını kullanmak yoluyla mı öğrenmektedir? Eğer öyleyse, bu durum
kapitalist bireyin murad ettiğine hizmet ettiği ölçüde, mantıklı ve kabul
edilebilirdir. Burada yanlış olan, kültürel çalışmalar geleneğinin kapitalist
hegemonyaya karşı basit bir direniş paftası gibi anlaşılması ve bu minval üzre
kullanılmasıdır. Disiplinlerarası yaklaşımların derdi, akademik bilginin farklı
tarzlarda kurgulanarak hızla ilerleyen tahakküme karşı bir alan savunması
olarak düşülmesi ve böyle olduğu ölçüde de oyun kurucu olmaktan ziyade, oyun
bozucu / apolojist bir tavır takınmasıdır, ve tam da bu nedenle sürekli olarak mevzi
kaybetmektedir.
Bu zıtlaşmada ihtiyaç duyulan beşeri sermayenin konumlanışı da hayli
ilginçtir. Araçsalcı kapitalist birey kültür çalışmaları içerisinden hegemonik
yapıya angaje olmanın “ilmini öğrenirken”, rıza göstermeyi reddedenin hesabına
sinik bir solculuk düşmektedir. Sistemin dışında kalmayı tercih etmek bir
iradedir fakat Bourdieucu anlamıyla kültürel sermaye hep karşı tarafta
birikirken buna yavan bir karşı koyuş pek gerçekçi değildir. Mektep ile tilmizi
arasında oluşan bu inorganik bağ, ne bağcının hesabına, ne de üzümü yeme
derdinde olana hizmet etmektedir.
Öyleyse çıkış nerededir? Ya da var mıdır? Sorunun yanıtı ne
dönüştürülecek homo academicus’ta, ne de akademya’nın yitip giden
kültüralizminin yeniden inşasındadır. Soru doğrudan bireye yöneltilmeli, cevabı
bireyin kendisinde aranmalıdır. Çünkü birey, hatalı görülen yapıların
temelindeki harçtır; akademya da, akademisyen de, bilim de bireyin aktif
katılımının sonucudur. Birey esas, sair talidir. Bu yüzden de yeni bir bilimin
neşet edeceği alan ancak bireyin öz benliği, bunun başarı ölçütü de onun bilimi
içselleştirme kapasitesi olacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder