Frankfurt’tan Cebeci’ye: Hakan Günday

Frankfurt Hauptbahnhof…

Bir yabancı. 100. yaşının doğum gününe hazırlanan birkaç sert kabuklu Alman’ın arasında, karşısındaki insanları anlama gayreti içine düşmüş genç bir yabancı. Çok uzun boylu sayılmaz. Tıknaz. Saçları siyah ve nispeten uzun.

Kitaplar yazmış. Henüz hiçbiri Almanca’ya çevrilmemiş. Sert kabuklular arasında da Türkçe bilen birine benzeyen kimse yok. Mekandaki buluşmaya anlam katabilecek hemen hemen hiçbir şey yok. En azından daha oluşmamış. (Hiçbir kitabını okumadıkları, dahası okuma imkanlarının olmadığı, Türkiye’den çıkıp gelmiş bir yazarı merak eden bir kitleden bahsediyorum size. Olur şey değil.)

Konuşuyorlar. Daha doğrusu genç adam anlatıyor ve yanındaki çevirmen konuşmasını Almanca’ya çeviriyor. Dinazorlar dinliyorlar. Dinledikleri şey yazları tatil için gittikleri Antalya’da nasıl kazık yedikleri. Budala bir turist sürüsünün toplumun belki de en üçkağıtçı tabakası arasında nasıl yolunduklarını gözlemlemiş bir adam, oturmuş, gözlerinin içine baka baka sistemi anlatıyor. Pis bir gerçeği, adeta suratlarına tükürüyor…

Hakan Günday insanlara gerçeğin acımasız taraflarını, farklı bir dil ve zekice* oluşturulmuş metaforlarla nasıl anlattığından bahsediyor. Bugünlerde İstanbul’daki özel bir tiyatro tarafından da oyunlaştırılan Malafa’yı anlatıyor. Malafa’daysa Antalya’da bulunan kurgusal bir kuyumcuyu... Topaz Jewellery Center.

“Bu kitabın adı Malafa. Malafa Türkçe’de bazı parçaları tornalamak için kullanılan bir alet anlamına geliyor. Malafatsa argoda penis anlamına gelir. İşte ben bu kitabın adını Malafa koydum, kitabı da eksik kalan o T’yi yerine koyabilmek için yazdım.”

Sert kabuklular arasında iki tane Türk okuyucusu var. Her Hakan Günday okuru gibi; Kinyas ve Kayra’da suratına varlık ve hiçliğe dair biteviye tokatlar yemiş, bu romanı keşfetmesinin hayatında yaptığı en büyük hatalardan biri mi olduğu, yoksa bu yaşta ve bu dilde okumasının başına gelebilecek en güzel şey mi olduğuna karar veremeyen iki genç. İlk izlenimleri; tuhaf. Dedim ya, mekana anlam katabilmeniz çok zor. Gözlerimiz Hakan Günday’da. Kesinlikle onu daha farklı hayal etmiştik. Mucizevi şeyler yazdığına inanılan bir adamın mucizevi, senden benden başka bir hali olacağını beklemek klasik bir okur yanılgısıdır ya, öyle işte. Önce zihnimizdeki tüm Hakan Günday imgelemi yıkıldı ve sonra onu yeniden yaratmaya çalıştık.

Tok bir ses. Dura dura, ama sözcüklerini dökmeye başladı mı bu işi seri bir şekilde yapan bir adam. Konuşurken bir yandan da söylediklerini yeniden ve yeniden düşünüyormuş gibi bir hali var. Aslına bakarsanız bu, sorgulayan beynin işkolikliği olsa gerek.


Hakan Günday’da efsunlu bir hal, melankolik bir tavır falan yok. Adam işte, sert bir adam. Aforizmaları, gözlemleri, hayatın en sert yanlarını acımasızca karakterize etmesi ve kurşun gibi ağır lafları. Hakan Günday okuyan birinin gerildiğini, yüzünde kırışıklıklar oluşarak okuduğunu duyardım, doğrudur. Yine de tatlı gülüyor. Ve okurlarıyla tatlı konuşuyor. Sevgi veriyor. Hissediyorsunuz. Ve garipsiyorsunuz. Yarattığı sanat yapıtlarına olması gerekenden daha çok yaklaşan, onun içine giren okurları olarak onun romanlarında yaşayan karakterlerden aslında hiçbiri olmadığını biliyorsunuz ama size sanki her karakterde Hakan Günday’ın ruhu varmış gibi geliyor ya, ondan. Soruyorsunuz; sen bu romanların neresindesin be adam? Her yerinde, ya da hiçbir yerinde diyor cevap olarak. Ne cevap ama?!

Hakan Günday, Frankfurt’taki bu enstantanenin ardından 2009’un Ekim’inde Mülkiye’ye geldi. Yeni kitabı Ziyan yayımlanalı bir ay kadar olmuş, birçok gazetenin kitap eki, hafta sonu ekleri yeni kitabı ve kendisiyle ilgili haberler, eleştiriler yayınlamıştı. İyi bir kitap yazdığının farkındaydı. Eserine güveniyordu. Sıcak bir günün öğleden sonrasında, kendisini getiren İstanbul treninden indi, bir zamanlar öğrencisi olduğu Mülkiye’ye, belki de hatrında kalan bir tatil dönüşünü anımsayarak geldi. Cebeci’nin hiç değişmemiş sokaklarında yürüdü, ilk romanının ilk satırlarını yazdığı Saray Oteli’nin önünden geçti. Saray Oteli bomboştu. Oteli yıkmaya başlamışlardı. Hakan Günday durdu, binanın içinde çalışan amelelere baktı. “Vurun” dedi, “daha sert vurun”. “Siz vurdukça sertleşir düşünceler.”

Müthiş sigara içen bir adam gördük. Körüklüyor derler ya hani, tam olarak öyle. O zaman anladım fakültenin toy delikanlıları arasında bu sigara içme tarzının neden yaygın olduğunu. Sanat yapıtı üretmenin yolu, belki de onun tali unsurlarını tatbik etmekle başlıyor ha?

Okulun karşısındaki kafede oturduk biraz. Punktan, Celine’den, Hesse’den bahsettik. “The Monks” dedi bize. “Dinlediniz mi hiç?” Aramızdaki hiç kimseden ses çıkmadı. Sonra minik kafa sallamalar sökün etti. Muhabbetimiz boyunca ne çok kafa salladık....

Derken mektebe girdik. Hakan Günday, kantinde oturup kağıt oynayanları, sabah sürdüğü ojesini arkadaşına gösteren rüküş kızı, el ele kütüphaneye yollanan yüzü sivilce dolu çiftleri, botanikte pinekleyen anarşistleri, mektebin duvarlarındaki sol parti ve organizasyonların afişlerini, duyurularını gördü. Küba kantinine indi, Küçük Amfi’ye girdi. Yavaş yavaş çoğalan bir kalabalığın üstüne dikti gözlerini. Gergindi. Sanki ilk kez insan karşısına çıkıyor gibiydi. Siyah deri çantasını masanın üstüne koydu. Derin bir nefes aldı, Küçük Amfi’nin tozlu, nem kokan havasıyla göğsünü doldurdu. “Borçlar Hukuku” dedi. “İbrahim Kaplan.” Herkes sustu ve o konuşmaya başladı.

Mülkiye sıralarındayken öğrencilikten istifa ettiği günü hatırladı. İşte o gün Kinyas ve Kayra’nın ilk cümlesini yazmıştı:

“Asansör dördüncü katta durdu.”



Bu yazı Mülkiye Edebiyat Topluluğu dergisi Koza Bahar 2010'da yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği Üzerine

Butimar’ın Boz Kanatları

1946'nın Sopalı Seçimleri vs. Örtülü Ödenekli 2015 Seçimleri - 1