Kayıtlar

Eylül, 2009 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Born to be Wild

Resim
----Dikkat---- ----Bu yazı baştan aşağı Hakan Günday'ın Ziyan romanı ile ilgili bilgiler içermektedir.---- Bazı romanların nasıl başladığıyla, bazılarının da nasıl bittiğiyle çok ilgiliyim. Hasan Ali Toptaş'ın ya da Orhan Pamuk'un ilk kelamları, romanlarına motivasyonum açısından dikkat edilmesi elzem olanlardır. İhsan Oktay Anar'ın dönem betimlemeleri yaptığı ilk sayfa şovlarını da dönüp dönüp izlerim. Fakat Hakan Günday'da mesele, karakterlerin dönüp dolaşıp hangi bokun içine girdikleriyle ilgili. Ziyan'ın Asil'i Ziya Hurşit ve onun yaratıcısı tek günlük askerin hikayesi klasik Hakan Günday karakterinin hangi bokun çevresinde döndüğünü anlatıyor.Hakan Günday'ın alıştığımız tarzından farklı unsurlar taşıyan bölümlerin yoğunluğu dikkat çekse de, okuyucularının fazlasıyla tatmin olacağı bir akıcılığa, aforizma dokusuna ve aykırı karakter yapılarına sahip. Yukarıda belirttiğim gibi, girişi biraz sakat. Fakat kitap tam ortasında adeta bölünüyor ve özellikle

Wiesn und München

Resim
Geçen yıl bugün, bu saatlerde, Münih- Augsburg treninde sağ ve sol yanımda birer Alman abla olduğu halde yolculuk etmekteydim. Açıkça trenin tüm kompartıman ve vagonlarına hakim olmuş olan bira kokusu, zerre içkiyle imtihan olmamış kimi mütedeyyinlerin bile kafalarını güzellemişti. Trendeki toplam promil oranının milyarlarla hesaplanabileceği o serin Bavyera gecesinde tren eğlenceli ve esrik Münih'ten, sıkıcı ve soğuk Augsburg'a doğru sallanarak ilerliyordu, pek tabii. Dünyanın en güzel festivaline iştirak etmenin verdiği haz, biranın yaratabileceği özgür ve barış içindeki dünyamızdan hiç şüphesiz çok daha güzeldi. Germen halkını soğuk, kaba ve ırkçı bulan leziz Türk havsalası, birkaç bardak Mass Bier'ın tüm dünya halklarını nasıl kardeş yaptığına tanık oluyordu olmasına da, kafası iyiyken bu yargıyı idrak edemiyordu, idrak edebileceği bir sabaha uyandığındaysa o geceyi hatırlayamıyordu. Sonuç, statükonun devamıydı. Birayı sevdiğim için Almanlara dost değilim. Fakat Almanla

Periyodik Açılım Seansları

Resim
Can Dündar ve Celal Kazdağlı'nın 1997 yılında yazmış oldukları "Ergenekon" adlı kitabı okurken, Turgut Özal'ın cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemi anlattıkları bölümün bu sıralar pek gündemde olan "Kürt Açılımı" projesiyle ne kadar da benzeştiğini gördüm. Birinci Körfez Savaşı dönemine rastgelen ve emperyal güçle birlikte hareket etmeye çalışan iktidarın yaptıkları ile İkinci Körfez Savaşı'nda benzer bir tavrı göstermeye çalışan ama bir türlü beceremeyen AKP'nin "geç olsun, güç olmasın" müşevviğiyle Üçüncü Körfez Savaşı'nın ilk adımı olacak(!) ABD'nin Irak'tan çekilme sürecinde yapmaya çalıştıklarının nasıl da benzeştiğini göreceksiniz. Bakın şu satırlar o kitaptan: "Özal'ın Kürt sorununa ilgisi aslen Körfez Krizi'yle başladı. 17 Ocak'ın ilk saatlerinde patlayan savaşta, Bağdat rejiminin karşısında uluslararası bir koalisyon vardı ve herkes Saddam'ın devrileceğine kesin gözüyle bakıyordu. O dönemde Cumhurbaşkanı

Hükümetimizin Hayvan Sevgisi!

Resim
Hükümetimiz ve onun sadık takipçileri arasında hayvan sevgisinin ne denli yaygın olduğunu Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in Cakarta gezisi vesilesiyle hatırladım. Şimşek, Cakarta'da şeker mi şeker bir kaplan yavrusuyla kameralara poz verirken aklıma hemen eski AKP'li Başbakan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Kenya'ya yaptığı gezi sırasında sevdiği sevimli çita geldi. Sayın Gül bu gezide safariye katılmış, bir sürü vahşi hayvanın yaşadığı doğal parklarda fotoğraf çekmişti. Fakat çektiği hiçbir poz, kendisinin aşırı sevimli bir çitayla verdiği poz kadar güzel olmadı! AKP'li kurmayların engellenemez hayvan sevgileri kimi zaman aynı sevimli sonuçları vermiyor tabi. Hatırlarsınız, "İsyankar At Cihan" Başbakan Tayyip Erdoğan'ı sırtından atmıştı! Şimdi o isyankar atın adına kurulmuş feysbuk grupları, youtube hesapları rahmetli atın anısını yaşatmakta. Fakat biraz araştırınca Sayın AKP'lilerin hayvan sevgilerinin de sahte demokratlıkları kadar "fake&qu

Eskişehirliliğe Övgü!

Resim
Bir haftayı aşkın süredir Eskişehir'deyim. Tüm bu 1 hafta boyunca Eskişehir'in yeni trendlerini, keşfedilmeye değer yerlerini ve genel olarak kenti inceleme fırsatı buldum. Eskişehir elbette benim yaşadığım 1995-2000 yılları arasındaki görünümünden epey uzaklaşmış durumda. Fevkalade etkileyici bir dönüşüm geçirdiği ortada. Dahası artık Türkiye'nin her kesiminden insanlar şehre karşı ilgi duymaya başladılar. Yani şehir kendi içinde bir dönüşüm yaşarken öyle ya da böyle tanıtımı da eksiksiz yapıldı. Bu nokta da son derece önemli olsa gerek. Eskişehir'in ortasından akıp geçen bir nehir, Porsuk herkesin dilinde. Aslında Porsuk akmıyor tabi. Son derece durağan bir sudur Porsuk. Yaz- Kış, çok güçlü bir rüzgardan başka hiçbir şey kımırdatmaz onu yerinden. Öylece durur o, çevresindeki tüm hayata aldırmadan. Çevredeki tüm o genç kitle, dar alana sıkışmış muazzam kalabalık devamlı yer değiştirmektedir. Suyun üstüne kondurulmuş köprülerde tüm bu canlılık ve akıma ister istemez kat

Ankara Sinemaları- Bir İmtihan Meselesi

Haftasonu NTVMSNBC'de "Filmler artıyor, salonlar kapanıyor" başlıklı bir haber okudum. ( Tıklayın ) Haberde kapanan sinema salonlarına bakınca, kapanmalarına hiç de üzülmediğimi anladım! Ankara'da kapısına kilit vuran salonlar şunlarmış: 1- Ankara Batı 2- Ankara Cinemagic 3- Ankara Derya 4- Ankara Mithatpaşa 5- Ankara On 6- Ankara Ankapol 7- Ankara Nergiz Derya ve Nergiz salonlarına daha önce hiç gitmemiştim, fakat diğerlerinin rezilliğini çok yakınen biliyorum! Ankara Batı sinemasında Ezel Akay'ın bir filmini izlemiştim, sanırım 2005 ya da 2006 idi. Salonun ortasında kocaman bir kolon vardı ve bu kolon yüzünden filmin %40 lık bölümünü izleyememiş, dolayısıyla filmin o tarafında neler olmuş anlayamamıştım! Cinemagic havasızlığı ile nam salmış bir sinemaydı. Mithatpaşa'nın yeri güzel olmasına rağmen müthiş rahatsız koltukları ve anormal küçük perdeleri vardı. On sinemasını hatırlayamıyorum bile. Ankapol'de ise dönemin meşhur filmi "Babam ve Oğlum"

Şehirlerin Ruhundan Müziğin Tınısına*

*Nietzsche'nin ilk ve harika eseri Müziğin Ruhundan Tragedya'nın Doğuşuna'ya atıfla. Italo Calvino'nun bir muhteşem eseri "Görünmez Kentler" hatrıma geldikçe, şehirleri kendimce tanımlama çabasına girerim. Şehir onu tanımlayabileceğimiz bir varlık mıdır, bilmeden. Şehrin bir kosmosu olduğuna inanırım. Bu inanç tam olarak tinden doğar, içimde hissettiğim varlıktan. Bir içgüdü ya da sonradan kazanılmış duygu beslemesi içinden geçip gitmekten olduğum şehri tanıdığı anda harekete geçer. Eğer varsa hayaller gelir gözlerimin önüne; bir zamanlar o kentte sevdiğim güzel kadının yüzü, hatları belli belirsiz canlanır. Şunu derim hemen; "ben hala o kadını seviyorum." Bundan kaç yıl önce ve ne kadar yaşandığı asla sorun değildir, sevgi canlanır içimde aniden. Bu sevgi hali kimi aşırı tutucu aşıklar tarafından sapıklık olarak nitelendirilir; sapık olan ne varsa seviyorum derim ben de. Kentleri asla sadece kent olarak nitelendirmem. Hafızama kaydetmenin yollarını