Kayıtlar

Ekim, 2012 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

In Vino Veritas

Kötü bir İspanyol şarabı neler anlatır, bilir misin insana? Onda ademin gizleri yatar. Kaderi yazılıdır bakanın, dalgalarında. Rüzgarın savurduğu perdelerin hayaletçilik oynadığı yalnız bir odada, bilgelik demlenir... Gecenin kızıllığında ruh gezintiye çıkar, genç ve güzel kadınlar görür sokaklarda.  Maddi uygarlığa satılmış bedenlerin içinde. Homoseksüellerin gece yarısı özgürlüğünde,  Yaşamak direncini bulur.  Hava kömür kokar şehirde, odalarda şehvet parlar.  Bir Pazar gecesi böyle varır hafızaya. Cihannümadan baktı mıydı adam,  turuncu bir gökyüzü bir de duman görür ufukta. Ha, bir de küstah bir meydan okuyuşun timsali olan gökdelenleri, bulutlarda. O yüksek binalardan kahpe vücutlar düşecektir Pazartesi sabahında. İş ahlakının çıkarcı orospuluklarında, Medeniyet bir adım daha atacaktır boşluğa. Bir kadın daha bugün yakıştıramadığını giyinecektir  üstüne... Ve görenlerin takdirini kazanacaktır ist

İhsan'ın Bilmek Meselesi ve Yedinci Gün

Resim
Hulki Aktunç, İhsan Oktay Anar’ın 1995 tarihli ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası’nın ön sözünde, yazarın böyle bir kitap yazabilmek için binlerce tarih kitabı okumuş olması gerektiğini öne sürmüştü. Hemen bütün edebiyat eleştirmenlerinin ve Anar müptelası okurlarının, yazarın kitaplarının filmlere aktarılması noktasında hemfikir oldukları üzere, yazarın bizlere yarattığı dünyanın yüksek çözünürlüklü pitoresk nitelikleri, bugün artık hiç kullanmadığımız, dahası aslında hiç öğrenmediğimiz Osmanlıca kelimelerle yazılmış olmasına rağmen okur tarafından anlaşılmasında zorluk yaratmayan efsunlu dili ve nihayet bizlere anlatmayı tercih ettiği post modern masalların istihzalarla dolu derin çekiciliği, bizce de bu entelektüel tarih bilgisinin eseri olsa gerektir.  Öyle ki insan, neredeyse bütün kitaplarının özüne işlenmiş olan ve kendi adını verdiği karakterlerle izi sürülen (yer yer Prometheusçu ya da Foucaultcu anlamlara bürünebilen) bilmek istencini göz ardı edip, yapıtlarının salt kurmaca

Öpüş

Resim
Elimden tutup götürdüğü köşede, karanlığın içinden yayılan ışıkların ancak ulaştığı tabloyu sordu bana, gözleri çakmak çakmak parlarken; "Bu tabloyu biliyor musun?" Baktım, uzunca baktım. "Gustav Klimt'in." dedi. Daha önce görmemiştim. Görmüş olsaydım aklıma kazınırdı, şüphesiz. "Viyana'da görmüştüm." dedi. Viyana'ya da gitmemiştim. Merak ettim, adını sordum. Şehvet yanıyordu duvarda. "Öpüş bunun adı." dedi, anlamadım. Tekrar sordum, bile isteye. Mesajı almıştım, mesajı almıştı. Dudaklar yanıyordu lambalarda, bardaklarda kan vardı. Köhne, kagir bir barın dibinde aşk tutuşuyordu, Klimt'in altın sarısı erotizminden çağlayarak. İnsan şaşıyordu bazan, bir kadının bir erkeğe bunu yapmasına. Arzuyu, aşkı ve heyecanı böylesine estetik sunmasına. Çocukken kurduğu hayallerin, 25'inde gerçek oluşuna. "Öpüş"ün bu kadar yanık, "Öpüş"ün bu kadar ıslak oluşuna.