İmajlar, Üç Büyükler, İmajlar
Rahmetli Kurthan
Fişek’in önemli bir sözüdür;
“Fenerbahçe burjuvazinin, Galatasaray
aristokratların, Beşiktaş ise arabacıların (Proletarya) takımıdır.”
Elbette Hocanın
tanımlamaya çalıştığı şey, Batı’nın siyasal düşün tarihi içinde doğmuş, Batı’ya
özgü bir takım sınıfların Türk siyasi tarihinde bire bir karşılıklarının olduğu
ve futbol kültürümüzün de bu karşılıklar çerçevesinde organize edildiği,
değildi. Şerif Mardin’in patrimonyal devlet sistemine sahip Osmanlı Devlet
organizasyonunun, klasik anlamıyla aristokrat sınıfın doğuşu önündeki engel
oluşuna dikkat çektiği üzere, Türkiye’de Galatasaray’ı böyle bir tanımlamayla
karşılamak bilimsel anlamda uygun olmasa gerektir. Dahası, taraftar kitlesi düşünüldüğünde
ezeli rakibi Galatasaray’dan çok da farklı bir sosyo-ekonomik çizgide olmayan Fenerbahçe’nin burjuva sınıfının
temsilcisi ilan edilmesi de pek tutarlı durmuyor. Fakat Kurthan Hoca’nın
anlatmaya çalıştığı şey, esas olarak,
Batı’nın klasik sınıf sistemlerini ifade eden kavramları alegorik olarak
kullanmak suretiyle Türk toplumunun Cumhuriyet sonrası gelişiminde
taraftarlığın hangi ulus içi kimlikler içerisinden kamplaştığı olabilirdi.
Bunların karşılığını aslında günümüz söyleminde fazlasıyla bulabiliyoruz. Şu
çok kullanılan kalıplar, “bilinçdışı bir sınıf bilincini” temsil etmiyor mu?:
“Hakem yine
penaltımızı vermedi.” Diyen Beşiktaşlı’nın isyanında gizli olan, Galatasaray ve
Fenerbahçe’nin çıkar çatışması içerisinde Beşiktaş’ın hep en mağdur, hep en az
hakkı korunan olduğu ve dolayısıyla sınıfsal olarak bunların gerisinde kaldığı
gerçeği, Beşiktaş’ı en çok ezilen sınıfın yanına denk düşürmüyor mu?
Ya da “Bağdat Caddesi
ulusalcıları”nın Galatasaraylılara “Fransız uşakları” diye takılmasında,
veyahut da Galatasaraylıların “Fenerbahçe’nin çok zengin bir kulüp olduğu”
algısında tarihsel ve sosyolojik bir yer paylaşımı gerçeği yok mu?
Galatasaraylıların pek övündüğü “Galatasaray Liselilik” meselesi, alaylılar /
okullular tartışması, bu tarihi lisenin salonlarında yapılan divan toplantıları
gibi birçok simgesel unsur aristokratik bir takım hasletler taşımıyor mu? Ya da
Fenerbahçelilerin kulüp başkanlığına Türkçülüğü – Güven Sazak (ya da
Atatürkçülüğü – Aziz Yıldırım) açıkça dillendiren isimleri layık görmeleri; bu
kişilerin her daim zenginlik, şatafat, güç gibi kavramları tipik bir
milliyetçilikle harmanlayarak dolaşıma sokmaları tesadüf mü?
Belki de
söylenmesi gereken, sınıfların taraftarlığı değil ama taraftarlığın bir takım
imajsal sınıfları yarattığıdır. Bütün bu imajlar da eninde sonunda “audience” ile “egemenler” arasında bir takım ilişkilerin kolayca halledilmesine
imkan veren patikalar açıyor olabilir mi? Söz gelimi, kendisini “Mustafa
Kemal’in Askeri” olarak tanımlayan (mamafih, ironik bir şekilde bedelli
askerlik çıksın diye bekleşen!) bir taraftar grubu, kulüp yöneticilerinin bu
dayanışma içerisinden bir takım ekonomik kararlar almasını kolaylaştırıcı işlev
görebilir. (Atatürk ikonlu t-shirtler, “Atatürk’ün Kulubüne Destek Olun” yollu
kampanyalar) Ya da “Avrupa Fatihi” titrını üzerine bir kıyafet gibi giyinen bir
takımın “fetihçi” taraftarı, ortak bir hedef uğruna endüstriyel futbolun kimi
kapanlarına kolayca düşürülebilir. (Hedef: Bu yıl Şampiyonlar Ligi’nde dünya
devlerini dize getireceğiz. Araç: Kaliteli Yabancılara Milyonlarca Euro
Ödemeliyiz. Sonuç: Taraftar her yıl orijinal forma alsın.)
Roma’da vatandaş
statüsünü haiz bir bireyin ceza kanununa mügayir hareket etmesinin sonuçlarından
biri Gladyatörlerle dövüşmekti. (Bir başkası, ilginçtir, madene girmeye
zorlanmaktı) Bu kavgalar Roma’daki “pater familias”ların, praetorların, halk meclisi
ve senato üyelerinin, consullerin ve hatta köleler dışındaki sade vatandaşların
(Patriciiler, Vatandaşlık alan Plebler vb.) en büyük eğlenceleriydi. Futbol da
çoğunlukla bu gösterilerle özdeşleştirilir. Esasen futbolun bir “savaş
simülasyonu” olduğu ifadesi de, güç ve mücadeleye dayalı bir spor dalının bir
takım “audience” tarafından nasıl algılandığı ile de ilgilidir. Futbolun
kurallara bağlanmasıyla başlayan ve toplumun bütün kesimlerinin ilgi alanına
girmeye başlamasıyla gelişen “popüler futbol” zoraki olarak ehlileştirilmiştir,
evet, ama özü itibariyle hala bir “ölüm – kalım meselesidir.” (Ölmeye ölmeye
ölmeye geldik.- Bir yandan akıllara Althusser'in ideolojinin maddi pratiklerini yerine getiren öznelerini getirir.) İşte tam da burada,
imajsal sınıf dediğim şeyin fonksiyonu belirmektedir. Quorsum
haec tam putida tendant? Alt tarafı bir oyunun bu kadar büyük
düşmanlıklar, bu kadar büyük milli kavgalar yaratması mantıklı mıdır? Eğer
kitleler imajsal sınıfların cezbesiyle hareket ederse, futbolun alt tarafı bir
oyun olarak bu kadar büyük bir kavganın nedeni olması durumuna da sakat bir
meşruiyet yüklenmiş olunur. O sakat meşruiyet de şudur: Toplumun içinde
çıkarları birbiriyle çelişen sınıfların gerçek bir sınıf bilinciyle değil ama “Pseudo – Consciousness” marifetiyle imajsal sınıflar yaratarak
mücadele etmeleri. Neticede meşrudur, çıkar çatışması mücadele alanını doğurur.
Ama sakattır, imajlar üzerinden kurgulanmaktadır. Bu da savaş simülasyonu olan
futbolun gerçekte hangi gücün emelleri için ve hangi kitlelerin manipülasyonu
için var olduğunu açıklamaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder