Her şey yerli yerinde

"Her şey yerli yerinde; bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yapraklari ucuşuyor rüzgarda." Ahmet Hamdi Tanpınar

Kalbim yanıyor. Üzerinde kat kat yıldızlı tel örgüleri, kan sızıyor battığı yerlerden. Damlıyor, akıyor, kokuyor yavaş yavaş. Ruhun azabını kızdırıyor sıcağıyla.

Sesler çoğalıyor, binlerce evin binlerce gözünde aynı savaş patlıyor sözlerle. Keskin çığlıklar, bükülen kollar, kuruyayazan göz pınarları, iğrenç küfürler, taşmış bir hezeyan, tükürük, kan, ifrazat, hakaretler, iftiralar ve haddinden büyük yalanlar. Şehir örülüyor bu pisliklerle. İçki kana, kan kalbe, kalp ayağa düşüyor. Gece ayyuka çıkarıyor sonsuz bencilliğimizi, uykular yürüyor gözlere ve unutturmak istiyor kötülükleri.

Yıldızlar var, her yanda. Bulutlar örtüyor üstlerini. Işıl ışıl güzelliklerini saklıyor onların, yavaş yavaş büyüyen bir kızıl giriyor boşluklardan. Gökyüzü, yeryüzü, binalar, insanlar, kalpler, yaşamlar, kavgalar, en fenası arzular, yok etmeler, çile ve daha fazla kan. Her şey yerli yerinde duruyor.

"Anlatmak için yaşamak" demişti Marquez Usta, hayatını anlattığı kitabının adına. Bana her zaman, hikayelerimizi örenin hayatın kendi elleri olduğunu anlatmıştır bu. Masamda otururken ve düşünüyorken, hissediyorken hikayem büyümez sayfada. Sokaklara çağırır beni bir şey, hiç de sakin olamam o anda. Bir melodisi çalınır dünyanın o gece, onu bulmam, dinlemem gerekir gözlerimi kapatıp. Aramak, bulmak ve dinlemektir meselem, her şeyi yerli yerinde görmek bir de. Varoluşumun bütünleyicisi olarak gördüğüm hikayelere düşkünlüğüm bundandır işte, bana yazdırsınlar diye.

Fakat şimdi odamdayım. Roman okumaya başladığım ilk zamanlarda aldığım bir karar vardı; anlatmak için önce yaşamalıydım, yaşamak zorundaydım. Bu bitti. Her şey bitti. Yaşamın herkesin hayatında öyle ya da böyle benzer şekillerle vuku bulduğunu gördüğüm anda bitti her şey. Çok sevdiğim ve beni de aynı kudretle sevmiş olan bir kadının benimle birlikte oturduğu parkta, kızıl bir geceye bakarken hissettiği şeyleri şimdi bana çok benzeyen bir adamla, tam olarak aynı şekilde yaşıyor olduğunu gördüğümde bitti. Gün batımının bütün ruhları korkunç bir geceye hazırladığını gördüğümde bitti. Durdum. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varsa, o da herkesin yaşadıklarının aynı olduğuydu. Herkesin bildiği bir hikayeyi neden anlatsaydım ki?

Kafka bir keresinde şunu demişti, Georges Perec onun üzerine bir kitap bile nakşetti:

"Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde."

Yalan mıydı? Onca hayal kırıklığının, onca heyecan ve arzunun sinirlerimizi gerip gerip sonra yerine, ama bozuk bir şekilde bırakmasına gerek var mıydı? Dişlerin birbirine geçmesi mi gerekirdi ortada büyük bir savaşın olduğunu görmek için? Herkesin bildiği yolda yürüdüğünü kitaplara kesin kanıtlarla yazmanın yolu, onların hayatına girmek, ruhlarla gezinmek ve sonra da, alacağını aldıktan sonra gitmek miydi bir daha dönmeksizin? Yoksa bir masa, bir sandalye ve bir de yalnızlık yeter miydi canına?

Bu kan durmalı artık. Böbreklerimi çürüten stres bitmeli. Hayatın sırrına Aureliano Buendia erebildi mi ki sen eresin? İşte, ölüyoruz. Zaman bütün kuvvetiyle koşarken, biz ölüyoruz. Onun ruhaniliği sarıyor her yanı, biz eşyaya siniyoruz salt. Eşya da kaybolunca; son bavul taşındığında içinde eridiğimiz evden, yalnız hatıralar kalıyor. Hatıraları taşıyanlar yok olduğunda, geriye ne hikayemiz kalıyor, ne adımız. Bir tek mezar taşımız.

Anlatmak için yaşıyorduk ya da masamızdan hiç kalkmadan. Fakat film bitince herkes hemen unutmaya başlıyordu hikayemizi. Tek gerçeğin bu olduğu aşikar değil mi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği Üzerine

1946'nın Sopalı Seçimleri vs. Örtülü Ödenekli 2015 Seçimleri - 1

Butimar’ın Boz Kanatları