History from Below ya da Maduniyet Çalışmaları
Sanırım bir Woody Allen filmiydi,
yanılıyor olabilirim, ekrandan bütün haşmetiyle çıkıp giden bir jipin ardından
bakan ve sigarasından derin bir nefes alan adam, karşısındaki kişiye kerameti
kendinden menkul bir bilgelikle şöyle deyiveriyordu: “Amerika’da iki sınıf
vardır dostum; şu jiplere binenler (sahip olanlar) ve ona binmeye (sahip olmaya
-ya da olmak için) çalışanlar.”
1950’lerin
Booming Period denilen şaşalı atmosferi, soğuk savaşın “gülümseyen” tarafı
Amerika’da yeni ve güya sınıfsız bir toplum inşa ediyordu. Bu toplumun öyle ya
da böyle maddi problemlerini çözdüğü, American Dream’i sıradan Amerikalı’nın
havsalasının dikkatine sunduğu söyleniyordu. İki-kutupluluğun diğer tarafında
duran Sovyet modeli ise, Sosyalist düşünceyi çelişkilerle dolu Stalinist bir praxise
dönüştürürken, bu içsel zaaflar Amerikan tarzı life – style’ın hem çevre ülkelerde hem Marshall Yardımı’yla
zenginleşen Avrupa coğrafyasında zemin kazanmasına imkan sağlıyordu. (Peki
kapitalizmin çelişkileri yok muydu? Olmaz mı?! Ne var ki, Deleuze ve
Guattari’ye göre bu çelişkiler kapitalizmin yararınaydı.) Fakat aslında,
“mağluptur bu yolda galip” kabilinden bir gerçeklikle, yeni bir düzen bütün bir
azametiyle arz-ı endam edip ideolojilerin sonu yaklaşırken, toplumun görünmeyen
kesimlerinde “sessiz çığlıklar” yankılanıyordu.
Maduniyet
çalışmaları, işte bu sessiz çığlıkları ifşa çabasıdır. Özü itibariyle (Gramsci’den
mülhem) Chakrabarty Spivak’ın Hint toplumsal sistemi içerisinden geliştirdiği
bir kavram olarak, teorik altyapısını Marksizmin temelinden küflenmesi gibi
düşünülebilecek olan yapıbozumdan alan ve pratik açılardan saha çalışmaları ile
desteklenen bir çalışma alanıdır. Madun olarak ifade edilen, orijinal
ifadesiyle Subaltern, sermaye ve
iktidar karşısında olan ama durduğu yer görülemeyen, adeta ne o tarafta, ne bu
tarafta, burjuva olmadığı aşikar da, burjuva düşmanı olmadığı da söylenebilecek,
ama sınıfsal olarak en altta, ya da en altlara çok yakın olan kümeyi ifade
etmektedir. Kavramın Türkçesini Ergene’den doğru literatüre kazandıran Necmi
Erdoğan da, Bakhtin, Certeau, Deleuze ve Guattari vurgularıyla madunların
“eşikteliği” ve “ karar verilemezlik” halinden dem vurur. Popüler metis ifadesiyle kavramsallaştırdığı bu özneleri iktidar
aygıtlarıyla olan ilişkilerinde “konum olmayan konum” –yani ara mekanlarda
tasvir eder. Buradan yola çıkarak da Osmanlı örneğinde devletin karşısında
duran madunların hangi pratik çabalarla düzeni alt etmeye çalıştıklarını
anlatır.
Madunların varlığı, tabiyatıyla yeni olmamakla
beraber, asıl olarak Yeni Sağ’ın yükselişiyle görünmeye başlamıştır. Liberal
ekonomi ve muhafazakar siyaset alaşımı olan Thatcherism/Reaganism’in temel
akidelerinden “Ayakların baş olamayacağına” dair inanç, özü itibariyle üst –
egemen sınıf ve alt- madunlar arasındaki tahakküm mekanizmasının veciz ifadesi
olarak bilinir. (Ki bu mekanizmanın er meydanı Gramsci’ye göre sivil
toplumdur.) Tam da bu noktada, History
from Below’un peşine düştüğü şey, tarihin içindeki bu madunların
varlıklarını bulmak ve tarihi onların ağzından yazmak meselesidir. (Walter Benjamin’in tarihin içinde
keşfedilecek olgularla mevcudun çözülerek yeniden inşa edilmesi gereken tarih
anlayışını da aklımıza getirelim.) Bununla birlikte, maduniyet çalışmaları
yenidir. Hele hele Türk akademyasında söz konusu çalışmaların hayli az olduğu,
bunun bir nedeninin konuya ilgi duyan araştırmacıların nicelik ve niteliği
olduğu kadar, bir başka açıdan, Yiğit Akın’ın da belirttiği gibi, söz konusu
çalışmalara imkan verecek kaynakların sınırlı olduğu gerçeği de varittir.
Yazımızın başında vurguladığımız
fragmanı tekrar düşündüğümüzde, Amerikan ülküsü, Gökalpçi Kemalizmin imtiyazsız,
sınıfsız, kaynaşmış bir kitle umdesini anıştırırcasına yaratılmaya çalışılan
idealin sembolü olabilmiş midir? Gerçekten de Amerika’da alt ve orta sınıfların
birbiri içerisinde dallanıp budaklanan katmanlarının sanal, zengin / yakında
zengin ikiliğinin basit bir gerçek olduğunu söyleyebilir miyiz? Maduniyet
çalışmaları açısından düşündüğümüzde, pek mümkün değil. Amerikan tarz-ı
neo-liberalizmin kent yoksulluğu ve mülksüzleşme bağlamında tüm zamanların en
büyük başarısını ortaya koyduğunu söyleyebilmek için Occupy Wall Street’e şöyle bir göz atmak bile yeterlidir.
Türkiye’deki görünüme bakarsak, gelir
dağılımı adaletsizliğinde Meksika ve Şili ile birlikte üst sıralara oynayan
Türkiye’nin madun sınıfları yüksek borç kaldıraç oranları ve sadaka benzeri
sosyal yardımlar vesilesiyle gerçekte sahibi olmadıkları bir refahın sanal
imkanları ile tatmin edilirlerken, ortalama emekli ve işçi aylıkları hem döviz
hem de enflasyon karşısında sürekli düşmekte, buna rağmen ezilen kitlelerin
siyasal tercihleri o ya da bu nedenlerle halen mevcut iktidardan yana
olmaktadır. Acaba bu noktada gözden kaçan, ezilenlerle ezenler arasındaki
diyalektiği yerel siyasetin tarihsel merceğinden geçirip bulandıran iktidar
partisi sözcülerinin madunlarla kurdukları bağların münhasır niteliği midir?
Başka bir ifadeyle, kitlelerin mobilizasyonunu engelleyen şey iktidarın
kolektif tahakkümünün hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde (tam saha pres), yani
hem maddi hem de manevi görünümleriyle tedavülde olması mıdır? Yoksa sessiz
çığlıkların duyulabilmesi olarak tanımladığımız şey, bu çığlıkların gerçekte
var olmayışı nedeniyle baştan kadük mü kalmıştır? Öncelikle peşine düşülmesi
gereken de bu sorunun yanıtı olmalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder